HAYATI VE hatırasıyla zenginleştiğimiz Bediüzzaman Said Nursî, asırlar boyu varolagelmiş iki zıt akıma dikkat çeker Sünuhat adlı küçük hacimli büyük eserinde. Dinî meselelere bakışta belirleyici olan, insanların birine veya ötekine meylettiği iki zıt akıma…
Bu akımlardan ilkini, ‘Tahtiecilik’ diye tarif eder Bediüzzaman. Tahtiecinin dinî meselelere, özellikle de içtihadî konulara bakışı, ona göre, şöyle özetlenebilir: “Mezhebim haktır; hata ihtimali var. Başka mezhep hatadır; sevaba ihtimali var.”
Kendi durduğu yeri mutlaklaştırmayan, onun ‘hak’ olduğunu söylemekle birlikte ‘hata’ ihtimaline kapıyı açık tutan; başka mezhepleri ise ‘hata’ görmekle birlikte ‘isabet’ ihtimalini de gözardı etmeyen bu yaklaşım, ilk anda, insana gayet makul ve insaflı gözükür. Neticede, Tahtieci, kendi görüşünü ve karşı görüşü ‘mutlak doğru’-‘mutlak yanlış’ denklemine oturtma gibi, fikrî, hatta fiilî çok zulüme kapı aralayan feci bir yanlıştan uzaktır zira.
Gelin görün ki, Bediüzzaman, bu yaklaşımın yanlış ve haksız olduğunu belirtir. Doğru olan, ona göre, Tahtieci’nin karşısında duran ‘Musavvibe’nin görüşüdür.
Peki kimdir Musavvibe? Tahtieci’nin kendi duruşunu ortaya koyduğu yerde, Musavvibe ne demektedir?
Musavvibe, sadece kendi mezhebini değil, diğer mezhepleri de hak gören; ve ‘füruat’ sözkonusu olduğunda hakikatin ‘taaddüt ettiği’ni düşünen kişi ve kişilerdir. Musavvibe, nasıl güneşın ışığı içinde yedi rengi barındırıyorsa, aynı şekilde bir olan hakikatin içinde çok renkler barındırdığını, dolayısıyla hakikatin hakiki renginin tek bir mezhepe, kişiye, görüşe hasredilemeyeceğini düşünen kişidir. Onun tercih ettiği belli bir mezhep, daha isabetli olduğunu düşündüğünü belli bir içtihad vardır; ama bu mezhep dışındaki mezhepleri, bu içtihad dışındaki içtihadları da ‘hakikat dairesi’ içinde anlamaya çalışmaktadır. Diğer bir deyişle, onları da sevab kapsamı içinde değerlendirmekte, onların varlığını da tasvip etmektedir. Dahası, bir olan hakikate dair bu anlam, yorum ve içtihad farklarını bütün mü’minler için bir imkân ve kazanç olarak görmektedir.
Biraz daha anlamaya çalışalım:
Diyelim ki, karşımızda bir Hanefî, bir Şafiî, bir Hanbelî, bir Malikî var. Ortada da, dört mezhebin ayrıştığı fıkhî bir hüküm… Tahtieci yaklaşım, sadece kendi mezhebinin görüşünü ‘hak’ olarak görür, sadece ‘hata ihtimali’ne kapıyı açık tutar. Bu dört kişi de, “Sadece benim mezhebimin görüşü doğrudur” diyorsa eğer, hepsi ‘Tahtiecilik’te ortaklaşmaktadır. Yok eğer, bu dört kişi “Bu dört mezhep de dinin esasında ittifak halindedir. Bu meseledeki ihtilafları ise, birinin isabet ettiği, diğerlerinin hata ettiği anlamına gelmez. Ben benim mezhebimin içtihadını daha doğru görüyorum ve işte meselâ hepsinin ittifak ettiği namazın içindeki şu adabda şöyle mi, böyle mi yapılacağı konusunda kendi mezhebimin içtihadını daha doğru görüyorum, ama diğer mezheplerdeki kardeşlerimin namazını da eşit derecede sahih görüyorum” derse, dördü de “Musavvibe” içerisinde yer almaktadır.
Yahut, meselâ kelâm mezhepleri veya tefsir okulları arasındaki bir tartışma konusunu ele alalım. Hepsi de, imanın esasları veya Kur’ân’ın bütün âyetleriyle hak ve Kelamullah olduğunda müttefik olmakla birlikte, belli bir Kur’ân âyetinden murad edilen mânânın ne olduğu konusunda ihtilaf halinde olabilirler. Burada da, kendi görüşünü isabetli görüp, diğer görüşleri bir ‘sapma’ sınıfında değerlendirme temayülü sözkonusuysa, Tahtieciliğin tehlikeli bir boyutuyla yüzyüzeyiz demektir. Doğru olan yaklaşım, Musavvibe’nin yaklaşımıdır; âyetin hak olduğunda müttefik olan mü’minlerin âyetten murad olunan mânâ konusunda farklı düşünmelerinden bir ‘sapma’ yorumu çıkarmamaktır. Daha da açalım: Âyete dair bir veya başka bir tefsiri yanlış görüyor olsa bile, tefsirdeki bu hatadan dolayı tefsir edenin ‘imanına’ ilişen bir yoruma kalkışmamaktır.
Ki, Bediüzzaman’ın belirttiği üzere, özellikle bu son yaklaşım, “zaruriyat-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilâfiye ile mezc edip, ona tâbi gibi kılmak” gibi ‘büyük bir hatar’ içermektedir. Bütün mü’minler kelime-i tevhid başta olmak üzere imanın ve İslâm’ın temel esaslarında tam bir ittifak halinde oldukları halde, gerek fıkha, gerek tefsire, gerek kelama dair içtihadî meseleler, yani ‘mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilâfiye’ hak-bâtıl denklemine taşındığında kendisi gibi düşünmeyenin imanına ilişen tekçi, inhisarcı yaklaşımlar zuhur etmektedir. Halbuki, öyle böyle bir hata ve tehlike değildir bu. Bilakis, ‘hatar-ı azîm’dir.
Peki, sair mü’minlere aynı hakikatin farklı bir rengiyle veya veçhesiyle bakan iman kardeşleri olarak bakmak yerine böyle dışlayıcı bir yaklaşım nereden zuhur etmektedir?
Bunun psikolojik ve düşünsel iki sebebini teşhis ediyor Bediüzzaman. Önce psikolojik olanı: “Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neş’et eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür.” Yani, nefsini sevmenin yol açtığı bir ben-merkezcilik ve bu ben-merkezciliğin ürettiği bir hakikati kendi anladığından ibaret görme tekelciliği…
Sonraki cümle ise, Tahtiecinin sergilediği düşünce yanlışını ortaya koyuyor: “…Ve Kur’ân’ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür.”
İşte, Kur’ân’ın mesajını kendi anladığına indirgeyen Tahtieci, ben-merkezci bir tutumun güdümünde, Kur’ân’ın bütün insanlığa hitap eden geniş, derin, câmi ve küllî niteliğini; ve bu şekilde onun insanlık içinde bütün katmanlara hitap edebilme imkânını gözden kaçırmış bulunuyor.
Bediüzzaman’ın, bugün İslâm dünyasında karşımıza çıkan anlaşmazlık ve gerilimlerin en önemli sebebini teşhis eden ve bunun ilacı olarak ‘bir hakikatin çok renkleri’ne aklını ve kalbini açık tutan Musavvibe duruşunu tavsiye eden bu kısa ama önemli tahlili, şu manidar tesbitle son buluyor:
“Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm’da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.” |
Bediüzzaman’ın formüle ettiği bu Musavvibe yaklaşımının, gerçekten mü’minler arasında lâzım olan ruhların dayanışması (tesanüd-ü ervah), kalblerin birliği (tevhid-i kulûb), birbirini sevme (tehabbüb) ve birbiriyle yardımlaşma (teavün) gibi dört temelin önündeki engeli bertaraf edip, bu manaların tahakkuku için zemin açması bakımından önemi ortada.
Onun bu analizi, öte taraftan, bize yeni bir bakış alanı da sunuyor. Bu Tahtiecilik-Musavvibe denkleminden hareketle şunu da anlıyoruz: Bir mü’minin Hanefî veya Şafiî, Eş’arî veya Mâturidî, Sünnî yahut Şiî, ehl-i ilim veya ehl-i tarik, şu cemaatten veya bu gruptan, şu meslekten veya bu meşrepten.. olması bizatihî bir ihtilaf konusu değildir. Bilakis, eğer Musavvibe tutumunu benimserlerse, çıkış noktaları farklı da gözükse, bu mü’minler dinin esaslarında zaten ittifak halinde oldukları gibi, ihtilafa düştükleri meselelerde dahi süreç içinde ortak bir noktada buluşmalarını mümkün kılacak bir müzakereye girişebilir. Mesele, bazı mü’minlerin kendilerinin Hanefî veya Şafiî, Sünnî veya Şiî, kalbî veya aklî olmaktan ziyade, şu cemaatten veya bu tarikatten olmalarından hareketle, hakikati kendi aidiyet alanlarına inhisar ettirmeleri; kendileri dışında olanları ‘hak’ kapsamından alıp ‘hata’ kapsamına kaydetmeleridir.
Dolayısıyla, mü’minlerin birbiriyle karşılaştıklarında dikkat edecekleri asıl mesele, aynı tarikatten mi, ayrı cemaatlerden mi oldukları değildir. Dikkat edilecek asıl mesele, hakikati kendi rengine ve aidiyetine indirgeyen bir Tahtieci mi, hakikatin sair renklerini tasvip eden, onlara da aklını ve kalbini açık tutan bir Musavvibe mi olduklarıdır…
Sözün kısası, hangi mezhepten, meşrepten, gruptan, tarikatten, cemaatten olurlarsa olsunlar, Musavvibe ruhunun ümmete mal olmasına şiddetle ve acilen ihtiyacımız var...