Kalbim mi Bana Çok Çektiriyor, Yoksa Ben mi Ona?

Aytekin Akar

GÖĞSÜMÜZDE, YAŞADIĞIMIZ hayatın ritmine uygun atan ve bedenimizin tüm kısımlarını besleyen bir organ var: Kalp. Eksiksiz, dünyaya adım atan herkesin bir kalbi var. Gelmiş geçmiş insanların içinde kalpsiz yaşamış olanını şahsen ben duymadım. Çoğu zaman şaşırtıcı şekilde aklımızın önüne geçiyor, bizi kendi yöneldiği tarafa doğru sürükleyiveriyor. Duygularımız galeyâna geldiğinde, hızlanan nefeslerimizden de geri kalmıyor, adeta gümbür gümbür şahlanıveriyor. Sevgi doluyor hayatı ısıtıyor, keder doluyor iliklerimize kadar üşütüyor, gözyaşı doluyor ağlatıyor, manevi âlemlere uzanıp heyecan oluyor, coşturuyor…

Biz yönünü bir tarafa sabitlemek için uğraşırken bir bakıyoruz o başka yöne kayıveriyor. İzlediğimiz görüntüler, işittiklerimiz, dokunduklarımız, aklımızdan geçenler gibi tüm algılarımızı kullanarak yaptığımız yorumlamaların etkisini genelde hemen kalbimizde hissediyoruz. Ama uzun vadede de, içten içe, gizliden gizliye, belki de fark edemeden damla damla biriktirdiklerimiz de kalbimizde tortulanıyor. Seviyesi yükseldikçe, bir yöne doğru sarsılmaya başlıyoruz. İşte o an, sarsıntının şiddetinin uzun zaman en derinlerde hayalen yaşadıklarımızla ne kadar da orantılı olduğunu anlıyoruz. Dışımızdaki dünyadan, açık olan algılarımızı kullanarak, filtresiz veya incecik filtrelenmiş kapıları aşarak içimize doluşuveren ve hayal âlemimize buyur ettiğimiz, fiiliyata dönmedikçe problem değildir diye düşündüğümüz türlü türlü duygunun, kalbimizin en nadide köşelerini çoktan tutmuş olduğunu fark ediyoruz.

İnsanlarla iç içeysek, elbette günahlarla da iç içeyiz. Hem de dirayetle kaçınabildiğimiz, boş bulunup yakalandığımız, henüz imtihan edilmediğimiz nefeslerimiz sayısınca günahla. Kalbimiz en şiddetli saldırılara hep açıktır. Mesela, sevmek tabiatı itibariyle her zaman çok güzeldir denir. Sevgiler ve sevgililer uğruna şiirler yazılır, şarkılar söylenir. Çoğunlukla sevginin parıltısı, büyüleyiciliği, yakıp kavurması söz konusu edilir, ardında saklı olanlar değil. Ama sevginin kötüsü, zararlısı da yok mudur, az mıdır? Mesela, sevgilerden dünya sevgisi, şöhret sevgisi, mal sevgisi, Allah ve Peygamber sevgisinin önüne geçtiğinde, Cennet yolunun en büyük engelleri değil midir? İsmen çok büyük değeri olan veya görüntüde güzelliği göz kamaştıran ve bu yüzden kalbimize girmesi pek te kolay olan birçok istek, zaman ilerledikçe iç âlemimizde salgıladıklarıyla, bizi biz yapan, maneviyata bağlayan kalbimizi bütünüyle istilâ ediyor.

Bazen beklenmedik bir zamanda yağan bir şiddetli bir yağmur, baharda gece uykudayken vuran ayaz, körpe meyveleri dallarında yakalar ya, işte biz de ne kadar tetikte yaşarsak yaşayalım, kalbimizin maruz kaldıklarından çok geç haberdar olabiliriz. Selim bir kalp, âfetlere çok dirençlidir. Yeterli ve düzenli beslenmiş bir bedenin hastalıklara dayanıklı olması gibi, kalbimizi yakalanabileceği hastalıklardan koruyabilmek için onu sürekli beslememiz gerekiyor. Hatta beslemenin çok daha ötesinde, süslü ama aldatıcı mikropların sinsice gezindiği ortamlara sokmak, şeytani ve nefsi bahanelerin gafletiyle ve ona iyilik ediyorum inancıyla en büyük kötülüğü etmek manasını taşıyor.

Riya, hırs, şehvet, dünyalık boş arzuları ilâh edinmek gibi hastalıklar kalbi her bir köşesinden sarmaya başladığında, onun korunmasız ve cılız kalmış halini kullanarak, ahtapot kolları gibi saracak, bir zaman sonra da kasvete gömeceklerdir. Yaşarmayan gözler, körleşen kalp, kapılarını gerçek güzelliklere kapatmış ve artık mühürlenmiş demektir. Bu yolun en büyük tuzağı, küçük denilen günahları önemsiz görmektir. Onların nokta nokta kalbi karartmasına müsaade etmektir. Günlük hayatın telâşında, sakınmadığımız masum görünüşlü günahlar, kalbimizi kirletmeye devam ederken, büyük günahlara da zemin hazırlıyorlar. Oysa sineğin küçük olması, mideyi bulandırmasına engel olmamalıdır. Minik damlalar süreklilik arz ettiğinde, zamanla taşı deliyor.

Kalbimiz türlü türlü renklere giriyor, türlü türlü mevsimler yaşıyor. Yazı, kışı, baharı… Ve onun bağlılığı öyle şiddetli ki bağlandığını bir türlü bırakmak istemiyor, hiç bitmesin, gitmesin istiyor. Böyle yaratılması, insanın ebediyet arzusundan ileri geliyor. Kalbimizde bağlandıklarımız için, sıkı sıkı atmaya çabaladığımız düğümlerin ne kadarı dünyaya dönük olursa, bağlarını bizden koparıp giden her şey de bizi o kadar uçurumlara atıyor. Oysa, kalplerimiz sevdiğimiz şeylerin dünyalık yönlerine takılıp kalırsa, onların ahiretteki güzelliklerin sadece birer gölgesi olduğuna ikna olamayacağı için her birini kaybettikçe kendisini paralayacak, asla huzur bulamayacaktır.

Kalbin kararması, ibadetlerden zevk alamamakla belli oluyor. Ayrıca, etrafımızdan ibret alamamamız da bunun önemli işaretlerindendir. Hadislerde bildirildiğine göre, yemeğe, uykuya ve rahat yaşamaya düşkünlük kalpleri karartıyor. Bir hadiste kararan kalplere cilânın ne olduğu sorulduğunda, Kur’an okumak ve ölümü hatırlamak buyrulmuştur. Başka bir hadiste de tevbe etmek, “estağfirullah” demenin kalpleri temizlediği belirtiliyor.

Herşey Rabbimizin kudretinde olduğu gibi, kalplerimiz de O’nun elindedir. Ayette buyrulduğu gibi:

“Allah kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm'a açar, gönlüne genişlik verir. Kimi de sapıklıkta bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır ki göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar.” (En'âm /125)

Kalbimizin sahibi olan Rabbimizden, bize onu manevi hastalıklardan koruyabilmemizi, temiz şekilde teslim etmeyi nasip etmesini niyaz ediyoruz.

  19.05.2011

© 2021 karakalem.net, Aytekin Akar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut