‘Birleşelim be’

Yavuz Çelik*

12 EYLÜL referandumundan önce Başbakan Tayyip Erdoğan Diyarbakır’da yaptığı mitingde ‘Sizi seviyoruz be’ diye seslenmişti. Evet oyları için şehir şehir dolaşan Başbakan’ın Kürt nüfusunun hâkim olduğu Diyarbakır’da sesine samimi bir hava katmayı başararak dile getirdiği bu itiraf benim de referandumdan daha sonra Van ve Bitlis’e yaptığımız seyahatte dilime pelesenk oldu.

Dört gün boyunca Van’dan başlayıp aradaki ilçeleri ziyaret ederek yerli halkın tabiriyle ‘deniz’in (Van Gölü’nün) etrafını dolaşıp tekrar Van’a döndük. Asıl amacımız Bediüzzaman Hazretlerinin doğduğu köy olan Nurs’u ziyaret etmekti, çok şükür amacımızı gerçekleştirdik.

Bu seyahatte tanıştığımız insanlarla yaptığımız sohbetler, bize anlattıkları ve genel olarak edindiğimiz izlenim ‘Kürt ve Türk halklarının bu topraklarda binlerce yıldır birlikte yaşadığı’ söyleminin aslında günümüzdeki gerçeği yansıtmadığı oldu. Meğer bütünlük masalını kendimizi avutmak için bir ‘mit’ olarak kullanıyormuşuz. Vatanın bölünmez bir bütün olduğu ancak haritalarda gözüküyor, bunun yanısıra o topraklardaki halkların bütünleşmesi de haritalardaki toprak parçalarının bütünlüğü kadar önemli değil mi?

Seyahat arkadaşım ile beni Van’da karşılayarak şehri dolaştıran ve vasıta kiralamamıza yardımcı olan Mus’ab kardeşimin anlattıkları gündemi yakından takip eden bir gazeteci adayını dahi şaşırtacak cinstendi. “Geçen gün teröristlerin cenazesinde yine ortalık birbirine girdi. Kimyasalla öldürmüşler” diyerek bize PKK cenazelerinin kaldırılmasında yaşanan olayları anlatan Mus’ab’ın yüzüne şaşkınlıkla bakıyorum. Kimyasal silah kullanılarak teröristlerin öldürüldüğünü duymuş fakat propaganda olduğunu düşünerek itibar etmemiştim. Demek gerçek ne olursa olsun halk burada bunu böyle biliyormuş. Şehir meydanında yürütülen inşa faaliyetlerini görünce halkın BDP belediye başkanından memnun olup olmadığını soruyorum. Mus’ab hükümet partisinin belediye başkanının geçen dönem şehre çivi çakmadığını söylüyor. Tamam! İşte demokrasi bu diyorum Mus’ab’a, ‘halk çalışanı başa getiriyor’. Mihmandarımızın yorumu ise çarpıcı: “Burada siyasi yapı halkın nasıl hareket edeceğini belirliyor, halk siyasi liderliğin eğilimlerini yönlendiremiyor.”

Vasıtayı kiraladıktan sonra yola çıkıyoruz. Denizi sağımıza alıp ilerliyoruz. Terör haberlerinde ismini sıkça duyduğum Gevaş ilçesine yol arkadaşımın gönülsüzlüğüne rağmen uğruyoruz. İlçenin göbeğine Van Gölü Canavarı’nın heykelini dikecek kadar muzip bir ruha sahip insanların gamsız bir hayat yaşadıklarını düşünüp tebessüm ediyorum. Fotoğraf çekerken yanımıza gelen bir amca ‘Canavar canlanır ha!’ diye bize seslenince ‘Sizi seviyoruz be’ diyesim geliyor. Dağlarda ‘Önce Vatan’ ‘Ne mutlu Türküm diyene’ gibi ifadeler var. Bunları her yerde görünce bunların yerine asker Kürtçe olarak halka daha sempatik gelecek ifadeler yazamaz mıydı diye aklımdan geçiyor. Birlik ve beraberliğin bir masal olduğunu bir kez daha anlıyorum.

Duble yollardan geçerek ilerliyoruz, köyler, karakollar ve yatılı okullar görüyoruz. Terörle mücadelede stratejik bir nokta olduğunu sonradan öğrendiğimiz Reşadiye Köyünde yol arkadaşımın uyuklamasını fırsat bilerek arabayı sağa çekiyorum. Manzarayı izliyorum. Nefis bir yeşillik ve önünde Deniz başlıyor. Buralar neden kana bulandı ve biz bunun acısını neden Batıda hissetmedik, cevabı basit. Uyuyan arkadaşımın nurlu yüzüne bakıyorum. Manisalı olan bu kardeşim ilk defa bu kadar Doğuya geliyor. İlk defa ‘bütünleşiyor.’

Tatvan yolunda ilerlerken, Küçüksu ayrımından Hizan’a gitmek için ayrılıyoruz. Çok küçük bir köy olmasına rağmen girer girmez dinamik bir havayla karşılaşıyoruz. Nedeni köyde devam eden cami inşaatı. Köyün ileri gelenlerinden biri olduğunu anladığımız orta yaşta bir ağabeyimiz Türk olduğumuzu anlıyor ve yabancı bir dilde konuşmanın verdiği zorlukla hele gelin size camiyi göstereyim diyor. Etraftaki herkesin inşa edilen camiden gurur duyduğu gözlerinden okunuyor.

Hizan’a giden yolda geniş ovalardan geçiyoruz, arada köy okulları görüyorum burada çalışmak büyük hizmet diyerek aklımdan geçeni yol arkadaşımla paylaşıyorum. Akşam namazı vaktinde yine başka bir köy camisindeyiz. Şafii mezhebine mensup insanların topluca namaz kılmalarının bu kadar farklı olduğunu kimse anlatmamıştı bana, gidip görmek bu anlamda da bütünleşmeyi beklemek gerekmiş. Misafir olduğumuzu anlayan herkes yanımıza gelip elimizi sıkıyor. Nurs’a gitmek istediğimizi söyleyince en azından bir yemek ikram etseydik yakınmalarını duyuyoruz cami imamından. Misafirperverlik sıcak ve samimi.

Bu köyden de ayrıldıktan sonra karanlıkta devam ediyoruz yola, ne önümüzde ne de arkamızda araç görüyorum. Bir aralık arabanın farlarını kapatıyorum, yavaşlıyorum, karanlık içimi ürpertiyor. Üstad buralarda gece, tek başına nasıl geçmiş diye hayret ediyorum Hayranlığım artıyor. Bahçesaray ve Pervari ayrımında hangi yoldan gideceğimizi bilemediğimden orada bekleşenlerden birine Nurs köyüne nasıl gideceğimizi soruyorum. Kendisinin de Nurs’a gideceğini söyleyen ağabeyimiz atlıyor arabaya, tek başına gidemeyeceğimiz yollardan bizim köye ulaşmamıza vesile oluyor. Üstelik karanlığa bürünmüş köyde, ziyaretçiler için yapılmış misafirhaneye de götürerek yerleştiriyor. Allah’ın inayetini bir kez daha müşahede ediyoruz.

Misafirhanede 3 kişi kalıyor. Biri evlilik hazırlığı yapan köy okulunun beden eğitimi öğretmeni Engin Abi, diğeri bizim gibi misafir olan İlahiyat öğrencisi Hasip ve sonuncusu da misafirhanenin işlerini gören lise son sınıf öğrencisi Mehmet. Üçü de gecenin bir yarısı gelmemizi normal karşılıyorlar ve tanıştıktan sonra bize yemek hazırlamaya koyuluyorlar.

Engin Abiye görevinin çok zor olduğunu fakat büyük hizmet yaptığını söylüyorum. Muhtemelen iltifat sanıyor fakat burada birkaç ay geçirdikten sonra buraya yerleşmeye karar verdiğini söylüyor. Sakarya’da okumuş, ailesi Mersin’de yaşıyor. Evlendikten sonra Nurs’ta yaşamaya devam edecek. Birlik ve beraberliği sağlamayı başarmış yani. Köyde 13 öğretmen olduğunu duymak bizi şaşırtıyor. Bu durum eskiden köyün ‘biricik’ öğretmeni olma sıfatını diğer meslektaşlarıyla bölüştürdüğü için Engin Hoca tarafından espriyle karışık bir dilde anlatılıyor.

Bize menemen hazırlayan Mehmet ise sohbet sırasında Risale’den parçalar aktarıyor. Kendisi Üstad’ın akrabası olan Mehmet bize anlattıklarını bildiğimizi tahmin ettiği halde kendisi bunları ilk defa anlatıyormuşçasına heyecan duyması dikkatimi celbediyor. İtiraf edeyim biraz da kendimden utanıyorum. Mehmet köylerinde arabanın gidemeyeceği bir yerde yıkılmamış bir Ermeni Kilisesinden bahsediyor. Tüylerim diken diken oluyor. Hıristiyanlıkla Batı dünyasını birleştiren algı ortasından yarılıyor. Kilisenin bir kısmı Mehmet’in akrabaları tarafından halen kullanıldığından duvarlardaki desenlere dokunulmamış. Sadece bir kısmı bakımsızlıktan çökmüş. Görmeyi çok arzu ediyorum fakat nasip olmuyor. Buranın halkı çok doğal bir şekilde Ermenileri, sıradan Türke göre daha yakın görüyor. Hatta belki Tehcir denen büyük zulüm yaşanmasaydı, Türklerden kendilerine daha yakın görürlerdi.

Misafirhanede beraber kaldığımız diğer arkadaş olan Hasip aslen Hizanlı olmasına rağmen zorunlu göç nedeniyle ailesi Mersin’e taşınmış. Kendisi Urfa’da ilahiyat okuyor. Nurs’a Üstad’ın hayatına dair bir araştırmanın bir bölümünü yapmak için gelmiş. Esasen bizim geldiğimiz gün dönmeyi planlayan Hasip öğlen vakti kalkan arabayı kaçırınca bir gece daha kalayım demiş. Böylece tanışmış oluyoruz.

Ertesi gün köy ekmeğiyle yaptığımız kahvaltının ardından Üstad’ın doğduğu evi ziyaret ediyoruz. İki göz bir ev, duvarlarında kitaplar için açılmış oyuklar göze çarpıyor, bir de yerdeki tandırın kapağı. Sadelik doldurmuş burayı. Üstadın bir diğer akrabası İsmet amca bir yandan bize rehberlik ederken diğer yandan Üstad ile ilgili köyde dilden dile dolaşan anıları anlatıyor.

Bunları dinlerken Üstad’ın annesi ve babasının bulunduğu mezarlığa geliyoruz. Burada Abdülhamit Abi bizi devralıyor. Köyde “Üstad’ın misafiri bizim misafirimizdir” anlayışı hâkim. Abdülhamit Abi ile mezarlıktan köye geri dönüyor ve köyün 16 sene muhtarlığını yapmış İsa Amca’nın evinde sohbete dalıyoruz. Yarı Türkçe yarı Kürtçe konuşan ‘tecrübeli siyasetçi’ bize köyün politik perspektifine dair bir brifing veriyor. Eskiye nazaran idarecilerden daha memnunlar. Bitlis ve Van valilerinin Üstad’ın geceleri ibadet ettiği caminin üstüne yapılan Bediüzzaman Külliyesinin açılışına beraber katıldıklarını ve camide namaz kıldıklarını anlatıyor.

Seyahat arkadaşım çok hoşlanmasa da terör yıllarına ait hatıralarını soruyorum, Nurs köyünün hiçbir zaman baskın yaşamadığını vurgulayan İsa Amca’nın sözünü Abdülhamit Abi kesiyor “Biz Rus’u sokmamışız bu köyden içeri, terörü mü sokacağız.” İsa Amca’nın anlattıklarından PKK’nın Nurs köylülerine hiç dokunmadıklarını anlıyoruz. Yolların kesilip insanların öldürüldüğü zamanlarda teröristler Nurs köylülerini ayırıp serbest bırakıyormuş. Bu olayların sıklaşması üzerine diğer köylüler Nurs PKK ile işbirliği yapıyor diye askere şikâyet etmişler. Bunların yanısıra başka bir yerde duyabileceğim olayları da İsa Amca’dan öğrenmiş oldum. Bir keresinde bir grup asker köyde arama yapmak istemişler, fakat köylüler buna tepki göstermiş ve silahlı çatışma çıkmış. Bir çavuşun yaralanmasının ardından askerler çekilmiş. Köylüler bu olaydan sonra komutana da “köyümüze istediğin zaman gel, ama baskın için asla!” mesajı göndermişler.

İsa Amca’dan müsaade alıp elini öpüyoruz. Nurs’daki son durağımız bizi öğle yemeğine davet eden Abdülhamit Abi’nin evi oluyor. Burada babasıyla tanışıyoruz. Çok genç ve dinamik gözüktüğünü söyleyince bilge insanlara has bir tebessüm kaplıyor yüzünü, cevap vermiyor; belli ki şişman olan oğlunu mahcup etmek istemiyor. Evin duvarına çakılmış Bediüzzaman resmi ve yanındaki külliyat gözüme çarpıyor. Köydeki günlük yaşamdan bahsediliyor yağlı yemeklerin menüyü oluşturduğu yemekte.

Abdülhamit Abi ve babasına teşekkür edip yola koyuluyoruz. Önceki gün otobüsü kaçıran Hasip’i de yanımıza alarak Van’a doğru yola çıkıyoruz. Bu arada Hasip’e bizimle Van’a gelmesini teklif ediyoruz, kırmıyor, eşlik etmeyi kabul ediyor.

Hizan’a vardığımızda ilçenin yakın çevresinde tek Arapça ders okutulan medreseyi ziyaret ediyoruz. Bir kez daha allak bullak oluyorum; hayatını talebe yetiştirmeye adamış bir adamla tanıştığım için. “Bana sadece namaz kıldırdığım için verdiğiniz para helal değildir” diyerek görev yaptığı caminin üstüne asma kat arttıran imam burada Arapça kelam, hadis ve fıkıh dersleri okutuyor. 28 Şubat sürecinde aldığı tehditlere aldırmamış, camiyi terk etmediği gibi medresesini de kapatmamış. Talebeleriyle badanasını yaptığı medresede müsait bir yer bulup oturuyoruz çay ikram ediyorlar. Yoldaşım imamla ilmi sohbete dalarken ben Batı şehirlerinden birini getirtip hayalen bu imamın karşısına oturtturuyorum. Eminim kendi çağdaş muhayyilesinin dışında bir manzarayla karşılaştığında duyacağı şaşkınlık anlaşılmaz bir öfkeye dönüşecek ve ‘bu devirde böyle insanlar cık cık cık…’ diyecek. Belki de soluğu Anıtkabir’de alacak.

İmam Efendi’nin ısrarlı davetine rağmen kalmıyor ve yolumuza devam ediyoruz. Bağlı olduğu Bitlis’in merkezinden daha büyük olan Tatvan ilçesine uğrayıp akşama doğru Ahlat’a varıyoruz. Deniz’in arkasından batan güneş Hasip’in anlattıklarından sonra kapıldığım hüzün dalgasını şiddetlendiriyor. Köylerinin nasıl yakıldığını anlatıyor Hasip, babasının askerler tarafından kendi gözü önünde nasıl aşağılandığını, nenesinin ev yakılmadan önce askerlere yalvarıp içerideki Kur’an-ı Kerim’leri almak için izin istediğini, bir asker kurşunuyla ölen köpeğin ölürken attığı çığlıkları unutamadığını da ekliyor, Hasip. Demek ki bu topraklarda yaşayan insanların bir kısmı kendilerini üniformalıların arkasında hissederken, geri kalanlar güvenlik güçlerinin önünde, hedefinde duruyor ve bu iki grup birleşemiyor.

Cumhurbaşkanının Ahlat’ı yakın zamanda ziyaret ettiğini bilince, geldiğimiz yolların düzenli olmasına anlam veriyorum. Yeni yolların birkaç yıl önce yapılmasına rağmen burada ekonomik bir dinamizm göremiyoruz. Hele Tatvan’la karşılaştırdığımızda sakin bir kasabaya benziyor Ahlat. Geceleyecek bir medrese bulmakta çok şükür zorluk çekmiyoruz. Denize nazır bir binada uzun zaman etkisini unutamayacağım bir insanla sohbet ediyoruz. Kendisi bu satırlarda insan olarak geçecek, zira bende insanlığa ulaştığına dair sağlam bir izlenim bıraktı. Sabah namazını Selçuklu camilerinden İskenderpaşa Camiinde kıldıktan sonra meşhur Selçuklu mezarlığını ziyaret ettikten sonra Van’a doğru son sürat ilerliyoruz.

Van’da uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla fırsat bulmuşken görüşeyim diyorum. Feysel ‘abi senin buraya geleceğine hayatta inanmazdım’ derken aslında İstanbul’da yaşayan bir insanın nasıl olur da Doğuyu özel bir sebep olmadan ziyaret edeceğini sorguluyordu. Lafı terör olaylarına getirince bana, buralarda yaşananların Batıda nasıl farklı algılandığı gerçeğini bir kere daha yüzüme çarpan bir ifadeyle: “Abi bizim komşu köyden dün 6 kişi dağa çıktı” dedi. Söylediğinden ziyade söyleyiş tarzında her gün ifade ettiği sıradan bir olayı dile getirmenin verdiği rahatlığı fark etmek aslında ne kadar ayrı olduğumuz acısını yaşattı tekrar.

İlk kez geldiğimiz şehirde geçirdiğimiz son günün akşamını bir kitabevi ziyaretiyle değerlendirdik. Hayalimdeki Batılı bana orada eşlik etti. Humeyni ve İslam devrimiyle ilgili kitapların bolluğunu görünce ‘Bunlar 15 sene öncesinden kalmamış mıydı?’ diye fısıldadı. Hele Mızgin isimli derginin Kürt Nurcularının yayın organı olduğunu öğrenince hayalimdeki Batılıyla göz göze gelmekten çekindim. Ne yapayım, ben de haddinden fazla şaşırmıştım.

Geceyi Mus’ab’larda geçirdik. Mevcut sistemi ve laikliği eleştiren çıkışlarından dolayı kızağa çekilmiş bir imam olan babasının 28 Şubat sürecinde yaşadıkları not defterinde yerini buldu. Akşamın ilerleyen saatlerinde Mus’ab’ın dedesi aramıza katılarak çok değerli şeyler anlatıyor. Özellikle kendi dedesinin Üstad’ın yakın talebesi olması nedeniyle belki gün yüzüne çıkmamış anıları bizimle paylaşıyor. Tabii bunların yanında Van’da Ermeni soykırımı sırasında yaşananlarla ilgili duyduklarını aktarıyor. Ermeni kızlarının nasıl öldürüldüğünü anlatırken hüznü sesine yansıyor.

Ertesi sabah ayrılıyoruz Van’dan. Yoldaşımdan pencere kenarında oturmak için izin istiyorum, sağ olsun kırmıyor. Uçak yükseliyor. Denizin üstünden şöyle kafayı uzatıyorum, bir göz atayım nerelerde dolandık diye, buluşamıyoruz, araya bulutlar giriyor. Ben de koltuğa yaslanıyorum; hafif kızgınlıkla sanki bir küfür sallıyormuşum gibi ‘Birleşelim be’ diyerek...

  05.02.2011

© 2021 karakalem.net, Yavuz Çelik



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut