Hayat nasuh bir hikayecidir, dizi dibine oturup dinlemek lazım.
FÜSUS-UL HİKEM’in İbrahim fassındayım. İbrahim Fassı, Müheyyeme Hikmeti ile başlıyor. Müheyyeme, yoğun sevgi demek. İnsan bir şeye önce meyl ediyor, sonra iştiyak duyuyor, sonra iştiyak artıp muhabbete, sonra muhabbet katlanıp aşka dönüşüyor, muzaaf aşkı ise incizap, ya da cezbe diye anıyorlar. Biz Üstad Bediüzzaman’dan böyle öğrendik. Müheyyeme ile kast edilen yoğun sevgi, işte tam da bu incizaba bakıyor.
İbrahim aleyhisselamın Rabb-i Hass’ı, ism-i Müheymin. İbn’ül Arabi terminolojisindeki Rabb-i Hass’ı Risale diline ism-i Azam diye çevirmek mümkün. (Kuşkusuz hiçbir kelime tam olarak diğerinin yerini tutmaz ama yakın anlamlı olabilir, aslında her muhakkikin terminolojisini kendi dilinden öğrenmek en iyisidir.)Hz. İbrahim tüm isimleri Müheymin isminin penceresinden bakarak görüyor, ve onda en baskın isim el Müheymin. Füsus şarihleri Müheymin isminin heymandan geldiğini, heymanın ise bir şeyin haşmetli güzelliği karşısında cezbeye kapılmak ve kendini ve alemi unutup sadece onu bilmek olarak tarif ediyorlar. Hatta ‘Müheyyeme melekleri’ diye bir melek türü var. İbn’ül Arabi Fütuhat-ı Mekkiye’de Müheyyeme meleklerinin Allah’ın cemali karşısında herşeyi unuttuklarını, kendilerinden geçtiklerini, bu yüzden alemi bilmediklerini, hatta Adem’e secdeye çağırılmadıklarını söylüyor. Bunlar çok büyük melekler ve Müheymin ismi etrafında tavaf ediyorlar.
Hz. İbrahim’in ayn-ı sabitesi de Müheymin ismine bakıyor. Bir bakıma o da Müheyyeme melekleri gibi Allah’ın cemali karşısında kendinden geçmiş, yoğun bir sevgi onu bir cazibeli daireye çekmiş ve alemi (kendileri adına) unutturmuş gibi. Gibi diyoruz, çünkü insan melek değil ve onun Rabbi bilmesi kendini yani alemi bilmesine bağlı. Bu yüzden bir insan hiçbir zaman secdeye çağırılmayacak kadar kendinden geçmez. Olsa da bu geçici bir haldir. Ancak bu meleklerin halini öğrenmemiz, Hz. İbrahim’e hakim halin, yani aslında onun makamının ne olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. (Hal devamlıysa ona makam denir.) Hz. İbrahim seyr-i sülukunu Müheyyeme makamına kadar sürdürüyor, oraya yerleşiyor ve o makam ona tam geliyor. Öyle ki tam üzerine biçilmiş bir elbise, ne dar, ne geniş, tıpkı o. Böylece peygamberleri suret, hikmetleri ise mana yapan, fass meselesine geri dönüyoruz. Müheyyeme hikmeti Hz. İbrahim fasına(yüzük taşının içine oturduğu yer, taşı tutan oyuk) tam oturuyor. İbrahim aleyhisselam tecessüm etmiş bir müheyyeme oluyor. Ona bakan el Müheymine bakmış sanki.
Hem biliyor musunuz, Hz. İbrahim mahşer meydanında da ilk giydirilecek insan olarak anılıyor. İnsan bile kendisini böyle yoğun bir aşkla seveni, yıllar boyu neyle sınanırsa sınansın sevgisinden vazgeçmeyeni, uğruna her şeyi terk etmeyi göze alanı çırılçıplak ortada bırakmazken, Allah bunu yapar mı? Haşa! Sizi sevene yardım etmek boynunuza borçtur, sevgi bu yükümlülüğü size giydirir. Hiçbir şeyle yükümlü olmayan Hak dahi bu yükümlülüğü üzerine alır. O da ilk olarak cezbesine kapılıp gitmiş, kendiliğinden soyunmuş olanı giydirir. Kendi elbisesiyle, sıfatlarıyla…
Bizim de Allah’a yönelik iştiyakımız arttıkça, muhabbetimiz bizi bir cazibeli daireye sevk ettikçe, ve ondan çıkamaz oldukça müheyyeme hikmeti bizim üzerimizde de tecelli ediyor. Şayet hayatımızda en çok sevdiğimiz şey zikrullah ise, gerçekten var olduğumuzu sadece ya da en çok marifetullah ile meşgulken hissediyorsak, kendimizi zikir ve fikir meclislerinden alamıyor, herşeyimizi ona göre tanzim ediyor, ve biraz alıkonsak nefesimiz kesilmiş gibi oluyorsak bizde de müheyminin tecellisi var demektir. Sevdiklerimizin ardında Onu görüyorsak, ve eşyayı onun için seviyorsak bu da heymandan bir pırıltıdır. Burada artan doz gözlerimizin kamaşmasına, nefesimizin kesilmesini, gayrı unutmamıza hatta kendimizi kaybetmemize kadar varır. Bazıları buna vahdet-i şuhud diyorlar, neyi gördümse Allah’ı gördüm.
Öyle değil mi, böyle aşıksanız, bir de sevgiliyi görürseniz, ne dediğinizi bile bilmeyecek kadar kendinizi yitirmez misiniz? Hele bir de size gülümsese, orda yok olmuşsunuz demektir. Bunlar bizim ism-i Müheymin’i anlamamız için birer vahid-i kıyasidir.
Müheymin ismi görünüşte cemal isimlerinden biri. Ancak İbn’ül Arabi’nin İbn-i Kasi’den aktararak anlattığı isimler teorisinde “isimler birbirine tedahül eder” deniliyor. Cemal’de celal celalde cemal var. Hepsi birbiri içinde mündemiç. Biri bir isimde daha öne çıkıyorsa o zahire, diğeri geride kalıyorsa o batına bakıyor. Ancak rahmet gazabı, gazap rahmeti içeriyor. Zira bu isimler bir tek Zat’ın isimleri.
İsimlerin birbirini içermesi gibi aslında tafsilatla anlatılması icab eden bir meseleyi, başka bir yazıda ele almak üzere şimdilik bir kenara koyalım ve Müheymin ismine geri dönelim. Hz. İbrahim bu ismin fassı olmakla etrafına karşı da sevgi dolu bir insan oluyor. Sofrasında dinine bakılmadan herkes yiyip içiyor, Lut kavmi için dahi meleklerle pazarlığa girişiyor. Kendisine verilen nimeti zürriyyeti için de istiyor. Beyti inşa edip insanları Allah’a kulluğa çağırıyor. Bunların hepsi onun sevgisinin yoğunluğundan kaynaklanıyor.
Ancak Müheymin ismi yoğun sevgiyi Allah’a tahsis ettiği için iman etmeyen kavmini terk etmesine, evladını Allah’ı sevmesine halel getiriyor diye boğazlamaya kalkmasına, Rabbinin emri öyle gerektirdiği için soru sormadan eşini ve oğlunu çöle bırakmasına sebebiyet de veriyor. Bu cemal içinde celal. Kuşkusuz Hz. İbrahim bu sınavları hakkıyla veriyor, ve Ona sevgisini ispat ediyor. Bu yüzden de üsve-i hasene olarak sonraki nesillere, İbrahim’de sizin için güzel bir örnek vardır denilerek şahs-ı manevisi miras bırakılıyor.
Allah’ı sevmek bir iddadır. Ve iddianızı ispata çağırılırsınız.
Yine Füsus’tan öğreniyoruz ki peygamberler içinde ilk kez Zat tecellisi HZ. İbrahim’de ortaya çıkıyor. Bunu anlatmaya çalışalım:
Diyelim ki bir bahçeniz var ve ona her biri yüzer adet ve yüz çeşit çiçek tohumu ve soğanı ektiniz. Hz. Adem bu bahçe. Daha ortada görünen hiç bir şey yok. Var ama saklı, batında. Bu yüzden melekler bu çamurlu, eşelenmiş bahçeye bakıp “Bundan ne olur ki?” diyorlar. Bu da bizi Konevi’nin “Eski filozoflar maddenin ruhun kemali için sahip olduğu muazzam imkanın farkına varamadılar” sözüne getiriyor. Melekler de ilk bakışta kış ortasında bu tohumlar ekili bahçeden ne elde edileceğini anlamadılar. Hatta şeytan onu ‘kokuşmuş çamur’ diye küçümsedi. Oysa her şey o çamurun içindeydi. Esma ona ekilmişti.
Şit aleyhisselam zamanında topraktan kimi çiçekler filizlenmeye başladı. Bazıları açtı, çiçekleri gördük, ama birkaçını, Nuh zamanında birkaç çiçek türü daha açtı, İdris zamanında birkaç çiçek türü daha. Her birinde bir çiçek türü daha baskındı ve bahçe sanki lale bahçesi, ya da gül bahçesi, ya da zerrin bahçesi gibi duruyordu. Ancak Hz. İbrahim zamanında bahçedeki her bir çiçek türü açtı, her bir çiçeğin emsallerini gördük, ve bu bahçede gül, lale, karanfil, zerrin, leylak, sümbül ve zambak varmış dedik. Bahçevanın o bahçeye ne diktiğini bütünüyle gördük. Artık ona bir çiçeğin ismini veremezdik, o çiçek bahçesiydi. İlk kez tüm renkler zuhur etti, ilk kez ana desen ne olduğu anlaşılacak şekilde ortaya çıktı. Ayna ilk kez parçalı değil bütün bir görüntü vermeye başladı. Buna Zat tecellisi diyoruz.
Bütün resmi görmek, maksadı bütünüyle görmek, yani Onun zatını bilmek anlamına gelir, yahut bütün renkleri bulmak bize beyazın ne olduğunu anlatır. Basit bir deneydir, renkleri bir çarka koyar ve döndürürsünüz, beyaz zuhur eder. Beyazın zuhur etmesi için, hem tüm renklerin olması hem de tüm renklerin kendiliklerinde kaybolması gerekir, hem var hem yok, o zaman beyaz zuhur eder. İşte Hz. İbrahim hem tüm isim çiçeklerini açtırdı, hem de onları o ilahi sevgide, müheyyemede yok etti. Hem var hem yok oldu. Kendinde yok, Ona var. Bu Zat tecellisiydi, aynı zamanda aşktı, incizaptı. Zaten Zat’ı gören aşık olmaz cezbeye kapılmaz da ne yapar?
Kuşkusuz önceki peygamberlerde de ilahi sevgi vardı, ancak ilk kez Hz. İbrahim’de böyle aşk ve incizap kıvamını buldu. O bahçede tüm çiçeklerden demet demet açmıştı, ancak tüm çiçeklerin tümü, hiçbir tohum geride kalmamak üzere Efendimiz(sav)’de açtı. Bahçe Hz. İbrahim’de ne olduğundan bize haber vermişti, tüm görkemiyle Hz. Muhammed’de zuhur etti. Her bir çiçekten ekilen her yüz tohum ve her yüz çeşit açtı, hatta “Rabbim beni terbiye etti” sırrıyla o bahçeden dereler akıtıldı, içinde oturanlara rahatlık verecek sedirler konuldu, gelenlere çeşit çeşit içecekler ikram edildi. Bahçe kemalini Hz. Paygamberle buldu.
Örneğimizi afaktan enfüse taşıyalım. Bir insanın zat tecellisine mazhar olması için zatıyla Hakk’a(hakikate) bakması gerekir. İnsanın zatı nedir? İnsanın gözü, kulağı, dokunma duyusu, tatma ve koklaması vardır. İnsan hakikate bunlarla muhatap olur. Yetmez. İnsanın nefsi ve aklı, kalbi ve ruhu vardır. Hakikate bunlarla muhatap olur. Yetmez. İnsanın hayali ve vehmi, heva ve enesi vardır. Hakikate bunlarla da muhatap olur. İnsan kendisine verilen tüm sermayeyle hakikate baktığında Zat tecellisine mazhar olur. Parçalı olarak kullandığı her araç onu hakikatin bütününe değil, parçasına götürür, gözüyle bakan Basir ismine, kulağıyla yönelen Semi ismine vasıl olur. İla ahir.
İnsanın her bir latifesini kuvveden fiile çıkarması, çalışır hale getirmesi ve işbirliği yaptırması onu Hakk’a zatı itibariyle muhatap kılar. Bu noktada insan da Hak da zat sahibidir. Ancak insan Hakk’ın Zatını, kendi zatını tastamam kullanıp sonra onu terkederek bulabilir. Bu Kadar uğraştınız ve tam randımanla varlığınızı çalıştırdınız. Sonra ondan nasıl vaz geçeceksiniz. Vazgeçmezseniz bilemezsiniz, göremezsiniz. Çünkü onları siz çalıştırıken de siz çalıştırmadınız. Paradoks ama gerçek. Çünkü bu zat sadece O Zat’ın gölgesidir.
Burada tekraren vurgulamak istediğim şey, Zat tecellisinin ilk kez Hz. İbrahim’de görüldüğüdür. O tüm latifelerini kayda değer bir kapasitede çalıştırmış, bir bütün olarak Hakk’a yönelmiş, dengeyi bir ya da iki latifeden yana bozmamış, bu yüzden üsve-i hasene ilan edilmiştir. Her birimiz ne kadar farklı karakterler olsak da onda mizacımıza uygun ahlakı, örnek alınacak sıfatı bulabiliriz. Ve onda her biri eşit miktarda yaygın olarak bulunmaktadır. O ne lale bahçesidir, ne gül, ne papatya, Hz. İbrahim bir çiçek bahçesidir. Onda hiçbir çiçek diğerini baskınlıkla geçip bahçeyi kendi adıyla andıracak kadar çok bulunmaz, o dengededir. O ne salt akıldır, ne salt kalp, ne saf tenzih ehlidir, ne saf teşbih ehli. Ne sadece nefsine ağırlık vermiştir, ne sadece ruhuna. Ne mülkü ihmal etmiştir ne melekutu.
Diğer peygamberlerde bir vasıf daha ağırlıklı olarak kullanılmıştır. Bunun diğer latifelerini kullanmadıkları anlamına gelmediğini belirtelim. Mesela Hz. Musa’da nasut(beden ve mülk ve ona bağlı güçler) daha ağırlıktadır, mesela Hz. İsa’da lahut(ruh ve melekut ve ona bağlı güçler) daha ağırlıklıdır.
Hz. İbrahim’in diğerlerinin dengesini bozacak biçimde olmayan ama belki birazcık fazla olan yegane sıfatı Müheyyeme’dir. Müheyyeme kesintisiz cezbe halidir. Bunu şöyle izah edelim:
Muhakkak görmüşsünüz, yahut belki hissetmişsinizdir. İnsan aşık olunca akıl bir rafa kaldırır. Aşk ile bir şeye yönelince hesapsız yönelir. Ancak yine de akıl nedir, hesap nedir bilir. Ancak incizap aşktan da kuvvetli bir histir. İncizap halinde insan sadece aklını değil kendini bile unutur.
Siz hiç zikrederken “Allah” deyip kendinden geçeni gördünüz mü? O, o halde hiç birşeyi bilmez, kendini de. Şimdi bu hali tüm ömre yayın, ve o tecelliyi alınca bayılacak birine değil de güçlü ve taşıyabilecek birine verin. O zaman bütün ömür bir cezbe olacaktır. İşte o Hz. İbrahim’dir. Yalnız Hz. İbrahim herşeyi Allah’a feda ederken, her şeyi rafa kaldırırken bile dengeli davranmıştır. Birini daha fazla yok edip diğerinden kırıntı da olsa bırakmamıştır. Fena ise herşeyi, terk ise herşeyi eşit oranda terk etmiştir. Merhametse her şeye eşit oranda merhamet etmiştir. Sahip çıkmışsa her şeye eşit oranda sahip çıkmıştır. Afakla enfüsü, mülkle melekutu, nasut ve lahutu eşit derecede önemsemiş, eşit derecede onlardan geçmiştir. Oysa kimileri maddeden geçerken manadan geçemez, zulmani perdeleri aşarken nuranileri aşamaz. Kimi havf tarafına kimi reca tarafına daha çok eğilir, kimi daha çok ehl-i zevktir, kimi daha çok abid. Hz. İbrahim hepsidir. Ya da hiç biridir. Onda bir konuda ne bir eksiklik ne bir fazlalık vardır.
Füsus-ul Hikem’in Hz. İbrahim hakkında bize öğrettiği budur. Allah’ın bize “İbrahim’de güzel bir örnek vardır” diye ona yöneltmesi, “Makam-ı İbrahim’i namazgah edinin” buyurması, her namazda ona dua ettirmesi ne anlama gelir, bir de buradan bakıp düşünün. Hz. İbrahim bizi Kabe’ye çağırdı. Allah ise aynı anda bizi Hz. İbrahim’e çağırıyor. Çağrı el an devam ediyor. Müheymin makamından ziyafet veriliyor, İbrahim’in tenceresi hala duruyor, sofra ortada, isteyen ondan yiyebiliyor.