Yaşlılığın gözyaşları

Aytekin Akar

Oysa Kur’ân ona asıl ergenliğinde inmişti, vahiy asıl çocukluktan çıkarken tebliğ edilmişti. Gençken de kuldu, yaşlandığında da kul ve öldüğünde de kul olacaktı. Şeytan ve nefsi, onu en çok ertelemek ile tuzağa düşürmüştü.


KIRIŞ KIRIŞ olan yüzü derin çizgilerle kaplıydı. Sarkık göz kapaklarının ardına gizlenmiş, nereye baktığı kestirilemeyen gözleri, ancak iyice yaklaşınca fark edilebiliyordu. Ufalan kemikleri ile boyu gittikçe küçülmüş, iyiden iyiye kamburu çıkmış olduğu için kafasını kaldırıp insanların doğrudan yüzlerine bakamaz olmuştu. Yer yer iskelete benzeyen vücudundan her an sıyrılacak bir kumaş gibi duran teninde küçük siyah benekler belirmişti. Eskiden aynaların kıskandığı gür saçları, şimdi bembeyaz ve neredeyse tamamı dökülmüş bir haldeydi. Bastonunu kavramaya çalışırken incecik parmakları titriyor, aldığı nefesler yakın mesafeden kolayca duyulabiliyordu.

Yaşının kaç olduğundan kendisinin de haberi yoktu. Zaten yetmişli yaşlardan sonra saymayı da bırakmıştı. Büyük bir ihtimalle sekseni devirmiş olmalıydı. Tanıyanların “Maşaallah, dede bu yaşa kadar yaşamış” tarzındaki sözleri, kendisine ziyadesiyle dokunuyor, dünyada artık göze batmaktaymış gibi hissettiriyor, sanki öldüğünde de çok fazla üzüleninin olmayacağına, çabucak unutulacağına işaret ediyordu. Eskisi gibi fazla bir şey yiyemiyor, yese de tadını alamıyordu. Uzun süre konuşamıyor, dikkatini toparlayamıyor, ayakta durmakta bile zorlandığı oluyordu.

Hava soğuk değildi. Ama o, yakalarını sıkıca düğmelediği gömleğinin üzerine bir kazak, onun üzerine de kalınca bir palto giymiş olmasına rağmen yine de üşüyordu. Dermansız dizleri yürürken çabucak yoruluyordu. Temiz hava alabilmek için sık sık yakındaki bakımlı parka gelebilmek, ihtiyaçlarını giderebilmek, temizliğini yapabilmek gibi eskiden gayrı ihtiyari yaptığı birçok fiil, gittikçe onun tüm zamanını alan, zor ve yorucu meşgalelere dönüşmüştü.

Yine evden çıkmış, en büyük korkusu olan, arabaların hızla gelip geçtiği site önündeki ışıksız, büyük caddeyi kazasız geçebilmiş ve ezan saatine kadar dizlerini güneşlendireceği küçük parka gelmişti. Yorgun halde bir banka çöktü. Hemen karşıdaki söğüt ağacının gölgesine yerleştirilmiş başka bir banka gözü ilişiverdi. O bank, son yıllarda en samimi olduğu, önceki hafta ahirete yolcu ettiği arkadaşıyla sohbetlerine kim bilir kaç kez şahit olmuştu. Onun üzerinde beraberce gülüp ağlamışlar, tefekkür alemlerine dalmışlar ve çok özel hatıralarını, yaşantılarını, mutluluklarını, kederlerini paylaşmışlar, tükenen özlemleriyle beraber birçok duygularını, düşüncelerini birbirlerine en samimi şekilde açmışlardı.

Hüzün içinde gözleri doldu. Ama biliyordu, yine ağlayamayacaktı. Artık gözyaşları bile sınırlıydı. Sırasını savmış olan arkadaşı şimdi kara toprağın altında, kendisi ise onun taze hatırası ile bu küçük sevimli parkta, ömrünün kalanından harcamaya devam ediyordu. Bu park, acaba şimdi ayrı olan kaç dostun sıcak sohbetine şahit olmuş, kaç baharı, kaç yazı, kaç kışı kimlerle beraber geçirmişti? İnsan fıtratı, yalnız bile kalsa yalnızlığını paylaşacak birilerini istiyordu. Arkadaşı onun için, dünyevi menfaat ilişkisinin olmadığı, içindekileri dökerek rahatladığı, hatıraları gibi dualarını da paylaştığı can ciğer bir dosttu. Aralarında on yaştan daha büyük bir yaş farkı olmasına rağmen, ikisi de ununu elemiş eleğini asmış, mazide kalanlardan bahsederek birlikte zaman geçirmekten büyük zevk alıyorlardı. O çok daha sağlıklıydı. Her zaman arkadaşından önce kendisinin öleceğini düşünür, bu yüzden ona ardından bol bol dua etmesini, mezarını sıkça ziyaret etmesini öğütlerdi. Lakin, emr-i ilâhi, uzun sohbetleri tükenmeden bir emr-i vâki gibi ansızın önce onu dünyadan çekip alıvermişti.

Çocukluğundan gençliğine, gençliğinden bu gününe kendini yakın hissettiği birçok arkadaşı olmuştu. Yaşlandıkça görüşebildiği son birkaç arkadaşını da arayamaz hale gelmiş, kafa dengi olarak, kala kala park ve cami arkadaşı olan tek bir tanesi kalmıştı. O da, bir gün birden bire fenalaşınca, evinden gelen oğlu parktan babasını apar topar alıp götürmüştü. Arkasından baka kaldığı biricik arkadaşının vefatını ise ancak sabah verilen salâyı duyan, son yıllarını evinde yaşadığı kızından öğrenmişti. Evet, ölüm çok yakındı, belki bir iki nefes sonrasındaydı. Ama yine de yüzü soğuktu ve ürkütücü olan, kolaylıkla istenmeyen bir gerçekti.

Ölüm bir yana, yaşlılığı bile hep uzak tutardı kendinden. O zamana dek ömür defteri kapanmazsa, yaşlı birisi olarak hayatını sürdürmek zorunda kalacağını pek aklına getirmezdi. Uzuvlarının günden güne eskidiği, yıprandığı ve bir gün gelip tekleyeceği, hayatını böylesine zorlaştıracağını çok fazla düşünmezdi. Sadece elinin erişebildiği ana bakardı. Dilediğince yer, içer, gezer, bol bol çalışır, kazanır, dolu dolu tatil yapardı. Ölümü ancak arada sırada ve en çok da bir yakını vefat ettiğinde hatırına getirirdi.

Gençlik elinden gidene kadar, farz ibadetlerinde bile çok gevşekti. Beş vakit namaz için gerekli şartın yaşlılık olduğunu peşinen kabullenmiş, yıllarca sadece Cuma ve bayram namazlarından ibaret bir kulluk çizgisinde yaşamıştı. En hareketli, en dinamik yıllarında tüm ilgisini çok çalışıp çok dünyalık elde etmek, iyi bir çevre edinmek, makam elde etmek, sevilen ve sayılan birisi olmak için sarf etmişti. Ne zaman ölüm ve ahiret konusu açılsa, ebedi hayat için yapılması gerekenlerden bahsedilse fazla önemsememiş, bu meseleleri zihninde ileri yaşlara ertelemeyi tercih etmişti. Nasılsa, emekli olup köşesine çekildiğinde, kendisi ile baş başa kalacak, dünya ile bağları zayıflayacak, tövbe ederek kolayca zaman ayırabilecek, bol bol ibadet edebilecekti.

Oysa kazın ayağının hiç de öyle olmadığı ortaya çıkmıştı. Evet, yaşlanmak nasip olmuştu, ama yaşlılık soğuk bir kış, kara bir gece gibi üzerine çökmeye başladığında, bir yandan hayalleri tüketmiş, bir yandan da dermansızlık, bitkinlik, rahatsızlık, hastalık gibi güçten düşüren acizlikleri de sürükleyerek peşinden getirmişti. Eski takâtini kaybetmiş, yıpranmış bir vücut ile, yorgun düşmüş bir beyin, hatta zayıflamış bir yürek ile senelerce ihmal ettiği gerçekleri öğrenmeye, hazmetmeye ve tatbik etmeye çalışmak çok zorlaşmıştı. Nefsini dinleyip ona uyarak geçirdiği gençlik yıllarının alışkanlıkları da iyice kemikleşmiş, birçoğundan vazgeçmek neredeyse imkânsız hale gelmişti. Asıl önemlisi, ergenlikten itibaren sorumlu olduğu kulluk görevlerini terk ederek sadece bu dünya için yaşamış olması, ebediyete namzet bir yolcu olarak, heybesini büyük küçük sayısız günahla doldurmasına neden olmuş, onu var eden ve yeryüzüne kulluk için gönderen Rabbinin yüzüne artık hiç bakamaz hale gelmişti. Yüreği günahlarla kararmış, gönlü dünyanın yalan olmuş hayallerinin peşinde asılı kalmış, hafızası onlarca haramla ve gereksiz teferruatla dolup tıkanmıştı.

Ölmeden can havliyle son bir çıkış kapısı bulmak, pişmanlığa gömdüğü senelerin kalıntılarından “var gücüyle” silkelenerek, hiç olmazsa kalan bu küçücük bir zaman dilimini değerlendirmek bile ne kadar da güçleşmişti. Nasıl yaşadıysa, işte öyle ölüyordu. Ölenlerle de ölememişti. Kalanlarla gününü gün etmiş, ömür sermayesini gayesi dışında tüketmişti. Oysa Kur’ân ona asıl ergenliğinde inmişti, vahiy asıl çocukluktan çıkarken tebliğ edilmişti. Gençken de kuldu, yaşlandığında da kul ve öldüğünde de kul olacaktı. Şeytan ve nefsi, onu en çok ertelemek ile tuzağa düşürmüştü.

Oysa Hakk’ın terazisinde, geçici zevklerin gözleri kamaştırdığı, hevesâtın, duyguların zirvelerde gezindiği gençlik çağında kolaylıkla yapılabilen ibadetler, zevklerin ve dünyaya dair hayallerin tükenmeye yüz tuttuğu yaşlılıkta yapılanlardan çok daha kıymetliydi. Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselam “Bugünün işini yarına erteleyenler helâk olmuşlardır” buyuruyordu.

Ne yazık! Ömrünün en güzel, en parlak zamanlarını en zayıf, en sönük zamanlarına ertelemişti. Şimdi ise, artık yarını olmayan günler gelip çatmıştı.

Parktaki insanlara baktı. Oturup dinlenenlerin, uyuklayanların çoğu yaşlıydı. Arada bir güle oynaya çocuklar uğruyor, gençler kısa süreliğine banklara oturuyor, hararetli sohbetler ederek kalkıp yine dünyalarına koşturuyorlardı. Ağaçları, çiçekleri, çimeni, çeşmesiyle bu park, her yaştan insanın soluklandığı, oyalandığı güzel bir mekândı. Her gün dolup dolup boşalıyordu. Tıpkı şehrin, ülkenin, dünyanın; doğan, büyüyen, oyalanan ve ölen insanlarla dolup boşalması gibi. Bu andan en fazla yüz, yüz elli yıl sonra şu an yaşayanlardan hiçbirinin yeryüzünde olmayacağı aşikârdı. O halde, kısacık ömrü sırf dünyaya sarf etmek ne kadar akıl kârıydı? Ahireti kazanmak için verilen en önemli sermayeyi, malayani ve haramlara bulaştırarak, geçici zevkler uğruna heder etmek, gençliğinde ubudiyyeti terk edip ancak iş işten geçmek üzereyken yaşlılıkta pişmanlık duymak ne kadar da hazin bir neticeydi.

Üstad Bediüzzaman 17. Söz’de tam da böyle birinin ağzından söylemiş olmalıydı: “Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.”

Ezan vakti yaklaşıyordu. Bir an önce, camiiye doğru yola koyulmalıydı. Birazdan çıkacağı yüce huzurda yılların ezikliğini, pişmanlığını bir nebze bile olsa tarif edebileceği cümleleri yine bulamayacağından, adından daha fazla emindi. Bastonuna dayanarak doğrulmaya çalıştı. Göz pınarlarındaki son damlalardan bir kaçı bu sefer kolayca yuvasından ayrıldı, bir zaman tepelerde yemyeşil ve dipdiri salınırken ömrünü tüketip yere düşmüş yırtık ve kuru bir yaprağın üzerinde dağılıp gitti.

  20.01.2011

© 2021 karakalem.net, Aytekin Akar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut