Ene’nin 'en' olma sevdası

Aytekin Akar

NEFSİN BİR cüzü bir parçası olan ene, Latincesi ego, kelime olarak ben, benlik manasındadır. İnsanın kendi varlığının, mülkünün ve sıfatlarının farkına vararak, bunları Kâinatın Maliki’nin sahip oldukları ile mukayese edebilmesine yarayan bir ayna, bir ölçü aletidir. Kâinatın hazinelerini açabilecek, nefse takılmış bir anahtardır. Cenab-ı Hakk’ın külli sıfatlarını ve şuunatını algılayabilmesi için, insanın kendisinde bulunan cüzi sıfatlara bakarak, bunlardan dolayı yine kendisine değer vermesi suretiyle işler. Böylesi bir kabiliyet, sahiplenme ve sorumluluk duygusu uygun şekilde kullanabilmesi halinde, onu her şeyin sahibine giden bir yola çıkarır.

Ne var ki, özgüven pompalamaya, kariyer yarışına, kişisel gelişim ve imaja odaklı günümüz modernite çağında benlik, bu asıl mahiyetinden uzaklarda değerlendirilebiliyor ve olduğundan çok farklı anlamlar yüklenebiliyor. İnsanın ‘benim’ dediği şeylerin kendisine verilmesindeki ve “ben yapıyorum” dediği fiillerdeki hikmetleri sorgulamak bir yana; kendisini Kâinatın merkezi görerek, her şeyi kendi kontrolüne atfederek ve bu yüzden başarılı, mutlu bir hayat sürmek için, sadece kendisine yoğunlaşmış, mümkün olduğunca beslenmiş olması gereken duygular bütünlüğü olarak görülebiliyor. Her şeyin sahibine güvenmekten önce kendine güvenmek ön plana çıkarılıyor.

Bu durumda, benliğin ölçü ve kıyas yoluyla Halik-ı Zülcelal’ini tanımaya ve tanıdıkça, razı olacağı türden O’na kulluk etmeye sevk etmesi beklenirken; tersine olayları, emanetleri, geçmişi, geleceği, başarıları, olumlu, olumsuz her şeyi tamamıyla insanın kendi şahsına mal etmesine ve nefsinin isteklerine kulluk etme uçurumuna doğru sürüklenmesine alet oluyor. Önüne tırmanması zor, tırmanınca da inmesi zor enaniyet tepecikleri bina ederek, ubudiyet yollarının tıkanmasına sebebiyet veriyor.

‘Ene’ varlığına cüzi sıfatlarına bakarak ve cüz-i iradesiyle güç yetirip yetiremediği şeyleri izleyerek, bu özelliklerinin bir yaratıcının sıfatlarının yansımaları, gerçekleşen olayların da O’nun isimlerinin tecellileri ile birlikte, O’nun izni, dilemesi ve kudreti ile gerçekleşebilecek işler olduğunu algılayabilecek şekilde yaratılmıştır. Bir yaratıcının varlığını ve cereyan eden olayların O’nun hükümdarlık ve malikiyetini gösterdiğini idrak edebilme kabiliyetindedir ‘ene’. Bu yönde kullanılmaması, insanın kendi eliyle yapabildiklerini sürekli kendine mal etmesi onu günden güne kendi gözünde devleştiririr ve bakışlarını sadece kendi üzerinde sabitler. Oysa benlik, insanın ‘benim’ dediği dünya emanetlerini farazi bir şekilde sahiplendiği ve etrafında olan bitenleri hep kendi hesabına yonttuğu aşamayı geçebilse, geniş çerçeveden bakabilse, gurur ve kibirden sıyrılarak, dahil olduğu olaylarda göz kırpan hikmetleri, Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarının ışıldayan yüzlerini fark etmeye başlayacaktır.

Benliğin başrol oynadığı; tüm önemli repliklerin, ön söz ve son sözlerin ona verildiği bir ömür yaşayıp gidiyor olmak, insanı içten içe kemiren sonu olmayan bir tatminsizliğe itiyor. Bu tatminsizlik kendisini sürekli başkaları ile kıyaslayarak, onların arasından sıyrılabilmesine yarayacak bir üstünlük arayışına, kendisini birçok alanda ‘en güzel’, ‘en iyi’, ‘en zeki’, ‘en gözde’ veya hiç olmazsa mutlaka yakıştırabileceği bir özellik bularak ‘en özel’ hissedebileceği durumların peşinde koşmaya zorluyor.

Çoğumuz kendi hayatımızdaki tercihlere, acılar ve üzüntülere göz gezdirdiğimizde, birçoğunun altında yatan sebeplerin ve tesirlerinin bu ‘en’ olma kaygısından kaynaklandığını fark edebiliyoruz. Küçükken mahalledeki arkadaşlar arasında en güçlü, en becerikli, en iyi top koşturan; okul hayatında en zeki, en çalışkan, en başarılı; iş hayatında en beğenilen, en yüksek makamlarda, en yüksek maaşlı; sosyal hayatta en popüler, en güzel giyinen, en gözde semtlerde oturan gibi ve daha sayılamayacak kadar çok durumda; muadilimiz gibi görünenlere kıyasla illa bazı yönlerden daha üstün olmaya çabalamanın yoruculuğunu ve üstünlük sağlayamamanın acısını derinden hissettiğimiz çok zamanlar olmuştur.

Bazen de gizli bir sebep olarak altta yatıyor ‘en’ olma kaygımız. Deşildiğinde, sorgulandığında ortaya çıkıyor. Yeni nesiller için, eskiye göre çok daha büyük bir tehlike gibi görünüyor ‘en’ olma sevdası... Artan nüfusla, gelişen teknoloji ve maddi imkanlarla birlikte toplumun ve kültürün bu yöndeki beklentilerine, yönlendirmelerine maruz kalan genç insanların tüm iştiyak ve çabaları, bir şekilde mutlaka ön plana çıkmak uğruna adanmış gibi. Sıradanlığa razı olmanın, mütevazı bir hayatı benimsemenin, gözü yükseklerde olmamanın, şöhreti sevmemenin bir kusur olarak görüldüğüne çok rastlıyoruz.

Okuduğum bir yazıda, Amerika’ya yerleşen bir Türk anne, ilkokuldaki kızının okulunda yaşadığı tecrübeleri anlatıyordu. Küçük kızın, derslerde heyecanla parmak kaldırıp, her soruyu cevaplamak, sürekli konuşmak, bildikleri için aferin almak istemesinden bahsediyordu. Yaşlı ve tecrübeli Amerikalı öğretmen diğer çocuklara da söz vermek istemesine rağmen, küçük kız her soruda öne atılıp bildiğini yeniden göstermek istiyormuş. Bir gün öğretmen, kızın annesine, onun hevesinden, ön plana çıkmak istemesinden çok etkilendiğini, ama diğer çocuklara da fırsat vermesi gerektiği için bazen onun bu tavırlarının kendisini zor durumda bıraktığını söylemiş. Ardından anneye kızında liderlik vasıflarının çok belirgin olduğunu, ileride başbakan bile olabilecek bir potansiyelde olduğunu belirtmiş. Oysa bizim ülkemizdeki ilkokullarda böyle atılgan, ön plana çıkmaya gayretli, kendisini her fırsatta ispat etmeye çalışan çocukların sayısı oldukça fazladır. Bununla birlikte bu durum, Amerikalı öğretmenin düşündüğü gibi liderlik vasfından kaynaklanan bir durum mudur, tabii bu da tartışılabilir. Ama eğitim sistemindeki, öğrencileri birbirleri ile kıyas edip, bilgisini en kısa sürede ispat edebilen öğrenciyi hızla yüceltmeye dayalı yaklaşımın, onları yorucu ve yıpratıcı bir rekabete soktuğu, kendilerini sürekli olarak akranlarından daha ön plana çıkarma gayretine sevk ettiği, hırs ve enaniyetlerini coşturduğu kolayca gözlemlenebiliyor.

Böylesine bir yarışın içinde yetişen çocuk, karşılaşacağı her durumdan kendisine büyük pay çıkararak, kendi vasıflarını ve başına gelenlerin tamamını kendisine mal etmeye, çok büyük gururlanmalar veya çok büyük hayal kırıklıkları arasında gidip gelen bir hayat yaşamaya başlıyor. Ömrünün kalanında da, amellerine güvenmek, kibre kapılmak gibi bir çok manevi hastalıktan kendisini bir türlü kurtaramıyor. Önüne konulan hedefler için mübah olmayan yollara sapmalar, kul hakları çiğneyerek, rekabet hırsı ile başkalarıyla çatışmalara düşüyor. Dünya hayatında mecazi olarak sahiplik hissi beslediği, cüz-i iradesiyle tasarruf edebilme hürriyetine emanet edilen varlıkları suiistimal ederek, Marifetullaha giden yolları kendisine yöneltmek gibi korkunç bir girdabın içine düşüyor.

Üstad Bediüzzaman bu durumdan şöyle bahsetmiş:

“Ene ince bir elif, bir tel farazi bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur (gelişip yeşerir), gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi insanın vücudunu bel eder (yutar). Bütün o insan, bütün letaifiyle (mahiyetindeki bütün ince duygular) adeta ene olur. Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye (sınıfî milliyetçilik-milliyetçilik) cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i neviyeye istinat ederek şeytan gibi, Sanii Zülcelalin evamirine (emirlerine) karşı mübareze eder (karşı çıkar), sonra kıyas-ı binnefs (kendine kıyasla) suretiyle herkesi hatta her şeyi kendine kıyas edip Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba (sebeplere) taksim eder (paylaştırır); gayet azim bir şirke düşer” (Sözler, 30.Söz. Parantez içindekiler eklemedir.A.A)

İnsan, benliğini yaratılış gayesinden uzaklaştırmadan, onu toplumsal hayattaki yanlış rüzgarların tesirinden muhafaza etmelidir. ‘Ene’nin ebedi saadeti kazanmaya vesile olabilecek, kâinattaki sırların ve nihayetsiz güzelliklerin kapısını açabilecek, çok kıymetli bir anahtar olduğunu akıldan çıkarmamalıdır. Bunu göz ardı ettikçe ‘ene’yi ‘en’lerin peşinde koşturdukça, insanın en derin kuyulara düşmesi ve en hazin neticelere maruz kalması kaçınılmaz olacaktır.

  31.12.2010

© 2021 karakalem.net, Aytekin Akar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut