Mana ikliminde rızık sağanağı

Aytekin Akar

“Görmedin mi: Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah sizin hizmetinize verdi, açık ve gizli nimetlerini üzerinize yağdırdı. Yine de insanlardan öylesi vardır ki, hiçbir bilgiye, yol göstericiye veya aydınlatıcı bir kitaba dayanmadan Allah hakkında tartışmaya girişir.” (Lokman, 20)

SABAH OLUYOR. Odaya gün ışığı dolmaya başladı. Namazın ardından dolu geçen okuma ve tefekkür saati, ruhumu çoktan ışıklandırmaya başlamıştı bile. Hadisle sabittir ki, günün bu saatleri çok bereketlidir, uyku ve gaflet halinde geçirmemek gerekiyor. Aynı şekilde, ikindi namazının ardından da manevi rızıkların taksim edildiği rivayet ediliyor.

Uzanıp perdeyi aralıyorum, karartılı elbisesini yavaş yavaş sıyıran puslu bir hava karşı dağların üzerinde salınarak dolaşıyor. Gözlerime sergilenen yeryüzü tablosu, semadan aşağıya doğru ışıklandırılmaya başlıyor. Camı açtığımda içeriye giren serin rüzgar, temiz havanın ve saksıdaki çiçeğin mis kokulu selamını manalı manalı burnuma üflüyor. Muhteşem güzellikteki renkleriyle göz kırpan küçük çiçeği ben de yapraklarını usulca okşayarak selamlıyorum.

Ben daha hafifçe kıpırdanan bu güzellikleri yeni yeni farketmeye başlamışken, küçük beyaz bir güvercin pencerenin kenarına çekinmeden konarak, mırıldandığı güzel sesli terennümü ile kulaklarımı şenlendiriyor. Biraz sonra ise, bir yandan hayatın manalarını derleyip tadına doyulmaz biçimde zihnime sunan bir kitabı okurken, diğer yandan da dilimde iyi demlenmiş bir bardak çay ile nefis bir poğaçanın tadını hissediyorum. Manevi bir sevk-i ilahi ile Rezzak-ı Hakîm, rızkını aramak için dolaşan küçük kuşa beni sebep kılıyor ve çay tabağı içerisine ufaladığım ekmek kırıntılarını benim elimle ona iletiyor.

Farkediyorum ki, şu kısacık bir sabah hikayesinde bile beş duyuma hitap eden bir çok nimetle haşır neşir oluveriyorum. Gözüm, burnum, kulağım, dilim, tenim için envai çeşit güzellikler yaratılmış ve her lâhza yaratılmaya devam ediyor. Elhamdülillah, ağırlandığım kâinat sarayının dünya misafirhanesinde yiyecek, içecek, eşya gibi önüme serilen sayısız ve paha biçilemez nimetlerle yaşayıp gidiyorum. Maddi rızıklardan aldığım kısa süreli ama nefis tatlar, hiç bitmeyecekmişçesine beni tesir altına alıyor, türlü türlü zevk ve hazlar veriyor. Hem bedenimin ihtiyaçlarını gideriyor, hayatımı idame için enerjiye dönüşüyor, hem de arzu ve iştiyaklarımı geçici olarak tatmin ediyor, nefsimin seslerini de bir süreliğine dindirmiş oluyor.

Ancak diğer taraftan, bu yiyecek, içecek, mal, mülk, servet, sıhhat, aile, evlat… gibi gözle görülür tüm somut nimetlerin birden bire bitişlerine, tükenişlere, kaybolup gitmelerine de kolay kolay alışamıyorum. Donatıldığım bunca güzellik bitmesin, solup gitmesin, sonsuza dek sürsün istiyorum. Bediüzzaman’ın belirttiği gibi zeval-i lezzet, şiddetli bir eleme sebep oluyor. Kısmetime verilen veya benden alınan tüm nimetler yönünden ömrüm tükenene dek, böylesi iniş ve çıkışlarla yaşayıp gideceğimi görebiliyorum. Rabbimden uzaklaştığım bazı dönemlerde, rızıklandırılmış iken durumu gaflet, şükürsüzlük, değer bilmezlik ve israfla karşılamışlığım, nimetler elimden alındığında da durumu ölçüsüz bir keder, sabırsızlık, rızasızlık ile karşılamışlığımı hüzün içerisinde hayıflanarak hatırlıyorum.

Yeryüzündeki en aciz ve en fakir yaratılmışlardan olan insan, kendi aczini ve fakrını bilerek Yaratıcısını tanısın, O’nun esmasına aynalık yapsın, helal rızkın peşinde çabalayarak koşsun, yokluğunda sabretsin, tevekkül etsin ve varlığında da hamd ve şükür ile hayır yolunda sarf etsin, vakfetsin diye sayısız nimetlerle imtihan ediliyor. Gün oluyor hastalanıyor, gücü, kuvveti, uzuvları elinden alınıyor, gün oluyor evladı, evi, malı, mülkü serveti gidiyor. Hayal bile edilemeyecek cennet nimetlerine kavuşabilmek için dünya nimetleri ile peşi sıra zorlu imtihanlardan geçiyor. Sayısız nimet, elinin yetişemeyeceği yerlerden sofrasına getirilip peşin birer ücret olarak kendisine veriliyor, karşılığında ise sadece ubudiyet isteniyor.

Halis niyetle, temiz ve meşru yollardan maişetimiz için uğraşırken, ister çalışmamıza mukabil verilsin, isterse anne karnındaki bebeğin rızıklandırıldığı gibi az bir gayretle veya hiç parmağımızı kıpırdatmadan verilsin, ancak şükrünü edaya gayretimiz ve ihtiyacı olanlar için harcamalarımız ölçüsünde, maddi rızıklandırma imtihanını biiznillah geçebileceğiz. Gayretlere mukabil rızkın gecikmesine, daralışına da fazla tasa etmemeli. Zira, bir yandan da biliyoruz ki bize çeşitli araçlar vasıtasıyla eriştirilen rızkımız Rahman’nın taahhüdü altındadır:

“Yeryüzünde hiçbir dâbbe, yani debelenip duran hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hûd, 6)

Peki sırf maddi nimetlerle mi kuşatılıyor, onlarla mı imtihan ediliyoruz?

Rızık kelimesi, Kur’an’da sadece maddi nimetler için değil, manevi niteliği olan nimetler için de kullanılıyor. Fayda ve lezzet sağlayarak nasiplendiğimiz somut ve soyut her şey rızık kapsamına giriyor. Rabbimizin Rezzak isminin iktizasıyla, maddi ihtiyaçlarımız için uçsuz bucaksız nimetlerle rızıklandırıldığımız gibi, manevi ihtiyaçlarımız için de asla rızıksız bırakılmıyoruz.

Genellikle koyu bir ülfet perdesi ile hep yediğimiz, içtiğimiz ve sahipmişçesine dört elle sarılarak aslında emaneten elimizde bulundurduğumuz somut nimetler hatırıma geliyor ve çoğunlukla onlar için şükretmeyi akıl edebiliyorum. Oysa nimetlere manevi cihetleriyle bakmaya çalışınca, tefekkür pencerem çok daha genişçe aralanmış oluyor. Birden bire onlarla ilgili tüm mebhasların, ikinci bir yüzleri ile muhatap oluveriyorum. Zihnimde rızıklara dair tahsis, taksim, temin, genişleme, daralma, kesilme, helallik ve haramlık gibi birçok mesele manevi rızıklar cihetiyle de arz-ı endam etmeye başlıyor.

Maddi cihetle ömür boyu nasıl ve ne kadar rızıklandırılacağımızı bilemediğimiz gibi, maneviyatta da nasibimizin ne olacağını bilemiyoruz. Bazen verilmeleri, bazen alınmaları, bazen artırılmaları, bazen azaltılmaları da aslında birer nimet ve hikmet manasına geliyor. Nasıl ki maddi rızıklar beş duyu organımıza hitap ediyorsa, manevi rızıklar da, kendileri de paha biçilemez birer nimet olan akıl, ruh, kalb gibi mana alemine bakan duyularımız için sofraya getiriliyorlar. Bunlardan alınan lezzetleri tasnif için tatlı, tuzlu, acı, ekşi, yağlı, yavan, renkli, kokulu gibi niteleyici mefhumlar yerine bu kez, feyizli, huzurlu, hüzünlü, kederli, acılı... gibi iç alemimizi tasvir eden sıfatları kullanıyoruz.

Vücudumuz yaşamamız, ruhumuz da huzurumuz için beslenmeye kesintisiz şekilde muhtaç. Vücudumuz maddi gıdalarla hayatını sürdürürken, ruhumuz da manevi gıdalarla ayakta kalabiliyor. Buradaki nimetlerin asıllarının ahirette olduğunu bildiren hakiki bir bürhan olan Kur’an-ı Kerim, ekmekten sudan öte en hayati manevi gıdamız. Tüm dünyevi imkanlar bir yana, bizim için ihsan edilen en büyük nimet imandır. İmanın şükrü ise, insanların cehennem ateşinden korunması için üzerimize farz kılınan emr-i ma'rûf ve nehy-i anil münkere sarılmamızdan geçiyor.

Kulluk görevimiz olan ibadetlerin her biri, aç olan kalbimizi ve ruhumuzu beslemek için birer manevi gıdalardır. Kalblerimiz ancak Rabbimizi zikretmekle tatmin olabiliyor. Zikir öylesine bereketli bir bahçe ki, meyveleri dermekle bitmiyor, kalbi, ruhu beslediği ve tedavi ettiği gibi lezzetleri ile de huzur ve sükun veriyor. Tüm perdeleri kaldırarak, insanı Rabbiyle ve karşılıklı birbirini anmanın tarifsiz tadı ile baş başa bırakıyor. Manevi dereceleri artıran, manevi kirlerden arındıran, ilaç ve gıda hükmündeki ihlaslı zikrin reçetesi öyle uzun ki, okumakla tükenmiyor.

Manen beslenmedikçe, maddeten karnı tok, sırtı pek olmanın dünyevi nimetler karşılığında ahireti feda etmek haricinde başka bir anlamı kalmıyor. Pascal’ın bir sözünü hatırlıyorum: “Kalb aklın bilmediği bir mantığa sahiptir” Sanıyorum, herşeyi madde gözüyle görmeye çalışmanın yanlışlığına işaretle, mana aleminin de madde alemi gibi kendine has ve birbiriyle sıkı bağlı değerlerinin olduğunu anlatmaya çalışmıştır. ‘Kavrama’ ile ‘sezme’nin karşıtlık değil özel bir bütünlük içinde kaynaştığı, madde ile mana arasındaki köprüde, aklımız ve kalbimiz ile iki alemden de nasiplenerek muhteşem bir dengede yaşatılıyoruz. Maddenin de manası var, hem de öylesine derin ki…

Etrafımda yaşanmış pek çok misalden, yokluğun da varlığın da birer nimet olduğunu, her iki halden de kârlı çıkmanın mümkün olduğunu anlayabiliyorum. Rızıklandırılma ile aslında bazen manevi cihetle yoksulluk uçurumunun kıyısında olma riskine maruz kaldığımı, rızkın geri alınması ile de manevi cihetle rızıklanma bereketinin kapısında olma fırsatı elde ettiğimi aslında çok geç yaşlarda fark eder olduğuma üzülüyorum.

Nihayetinde maddi, manevi tüm nimetler, onları bize ihsan edene giden yolun leziz güzellikleridir:

“…. Nimetten in'amı (nimetlendirilmek) hissetmekle, yani Mün'imi (nimetlendiren) tanımakla ve in'amını düşünmekle, yani onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve in'amının devamını düşünmekle; nimetten bin derece daha leziz, manevî bir lezzet kapısını sana açar.” (Mektubat-20. Mektup)

Sonsuz bir manevi lezzet olan iman ile taçlandırılmış, Rahmân-ı Rezzâk ile böylesine bir muhataplığın neticesi elbette hamd üzerine hamd ile mukabele olmalıdır:

“…. Mezkur zulmetleri izale eden iman nimetine "Elhamdülillah" diye edilen hamd dahi bir nimet olduğundan, ona da bir hamd lazımdır. Bu ikinci hamda da üçüncü bir hamd, üçüncüye dördüncü hamd lazım.” (Lemalar-29. Lema)

Kendileri de kıymetli birer nimet olan tüm cihazatımızla hissettiğimiz veya hissedemediğimiz çeşit çeşit nimetler ile etrafımızı çepeçevre donatan, ayetteki ifadede buyrulduğu şekliyle, “açık ve gizli nimetlerini üzerimize yağdıran” Rabbimize sonsuz hamd-ü senâlar olsun.

  19.12.2010

© 2021 karakalem.net, Aytekin Akar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut