Nuh Fassının Esası: Tenzih ile Allah’ı Bilmek

Mona İslam

İNSAN YERYÜZÜNDE YAŞAR. Ancak ruhu itibariyle yeryüzü ona dar gelir, o daima yükselmek, uruç etmek ister. Miraç fıtratın arzusu olduğundan hak olsun batıl olsun tüm din ve ideolojilerin bir yükseliş fikri bulunur.

Felsefenin de bir miraç fikri vardır. Felsefeye göre insan Tanrı’ya ulaşabilmek, onu anlayabilmek için şu basamakları çıkmak zorundadır:

İlk basamak doğa bilimleridir. İçinde yaşadığı evren ve eşyanın tabiatı hakkında bir şey bilmeyen Tanrı’yı bilemez. İkinci basamak mantıktır. İnsanın eşyanın mahiyetini bilmesi yetmez, onlar arasında bağıntı kurabilecek bir mantığa da sahip olması gerekir. Buraya kadarki ilimlere ilm-i edna(aşağı ilim) denilir. Üçüncü basamak matematiktir. İnsanın soyut düşünme yeteneği olmadan Tanrı hakkında konuşabilmesi mümkün değildir. Öyleyse insan soyutlama yeteneğine sahip olmalı, elle tutup gözle göremediği, afakta bulunmayan kavramlar ve semboller üzerinden fikir yürütebilmelidir. Bu da matematik bilmekle mümkündür. Eskiler bu yüzden matematiğe ilm-i vusta(orta ilim) derler. Ondan sonra Metafizik gelir. Ancak bu mertebede insan, Tanrı hakkında düşünmeye, konuşmaya başlayabilir.

Görüldüğü üzere felsefenin yolu, çok uğraş isteyen, üstelik de seçkinci bir yoldur. Bu ilmi mertebelerden bir toplum içinde ancak bir avuç insan geçebilir. Ve Tanrı ancak onların meselesi olabilir. Oysa din buna karşı çıkar. Din’in vaaz ettiği Allah, değil sadece tüm insanlarla, börtü böcekle de ilgilidir. Allah sırf seçkinlerin değil, herkesin ilgisi dahilinde bir meseledir. Burada da karşımıza, bu akli ve ilmi seviyede olmayan çoğunluğa, Allah’ın nasıl anlatılacağı problemi çıkmaktadır.

Tenzih’in Allah’ı bilme ve bildirme şekli, özde bir “değildir” sözcüğünden ibarettir. Biri Allah Büyük’tür dese, ona “Ağrı dağı gibi mi?” diye sorarlar. O “değildir” der. Biri Allah Nur’dur dese “Güneş gibi mi?” diye sorana, tenzih yine “değildir” cevabı verir. Biri Allah merhametlidir dese “Annem gibi mi?” diyene, ehl-i tenzih “değildir” der. Bize Allah’ın ne olduğunu yahut nasıl olduğunu değil, ne olmadığını nasıl olmadığını anlatan her yaklaşım tenzihidir. Bu anlamda tenzih Allah’ı kutsamak, münezzeh kılmak anlamına gelir. Bu anlayışın ifratı bizi ‘deizm’e götürür. Artık insan şöyle der, “Allah öyle mükemmel öyle kutsidir ki, Onun nakıs olanla bir ilişkisi, bağıntısı bulunamaz, aksi halde O da nakıs olur”. Bu evrenle ilgilenmeyen, evrenin hiçbir yerinde olmayan, uzak, ve bizimle ilişkisiz bir Tanrı tasavvurudur. Başlangıç iyi niyetlidir, ancak vardığı nokta vahimdir.

Tenzih aklın işidir. Akıl varlığı bu yolla algılar. Akıl Varlığa dışarıdan bakar. Ölçer biçer, kıyas eder fakat hemhal olamaz, empati kuramaz, hissedemez. Bu anlamda melekleri andırır. Hissetme, sezme, hayal etme, farz etme aklın işi değildir. Onun işi Allah’ın mahiyeti ile ilgilidir. Ve o daima olumsuzlama yöntemi ile çalışır. Ancak insan sadece akıldan ibaret değildir. Bu yüzden felsefenin tüm mertebelerdeki urûcunu tamamlamış olsak dahi, Tanrı’yı anlamak bize yetmez. Bu durumda nefis “Anladım böyle bir Tanrı var, ama Ondan bana ne?” der. Biz Ona yakın olmak isteriz. Kalbin aradığı şey yakınlıktır. Oysa “değildir” anlayışı ile asla yaklaşamayız. Bunun için bize teşbih gerekir. Kalbin işlevi cem-it tenzih vet teşbihtir.* (Tenzih ve teşbihi birleştirmektir) Bir diğer deyişle kalp iman eden akıldır. Salt akıl ne kadar da dahi olsa iddia ettiği gibi Tanrı’yı bilemez. Söyleyeceği son söz “Bilmediğini bilmek” sözüdür.

Bu noktada hayal ve vehim devreye girer. İnsan maruftan, kendince bilinir tanınır olandan yola çıkar ve Allah’ı böylece bilir. Kıyaslar. Bu yüzden ibn-i Arabi kimi zaman “Bu meseleyi vehmi olmayanlar anlamaz” der. Kuvve-i vâhimeyi bu denli önemli kılan da bu ince noktadır.

Bir dağa tapanlar, aslında Büyüklüğe(Kebir) taparlar. Bir nehre tapanlar Temizliğe(Kuddüs)e taparlar. Bir vakitler Nepal’e gidip dönen eşim orada küçük kız çocuklarına tapan bir Kumari Dini’nden söz etmişti. Bluğa erene kadar bir kız çocuğu seçiliyor ve ona Tanrıça denilerek tapılıyormuş. Bu tapınma Masumiyet’e ve Güzelliğe tapmaktan başka bir şey değildir. Şayet böyle anlarsak, sadece tenzih ehlinin iyi bir niyetle yola çıktığını değil, teşbih ehlinin de iyi bir niyetle yola çıktığını görebiliriz. Teşbihte ifrat, insanı putperest yapar. İnsan batılı batıl diye değil, hak diye koynunda saklar. İnsan fıtraten iyidir, ve yönelimleri de başlangıç itibariyle iyidir, ancak sonra başka şeyler onu kirletir. Burada yine temel bir İbn-i Arabi kavramını hatırlamamak mümkün değildir. Tüm hareketler sevgi kaynaklıdır.

Böyle bakılınca İbn-i Arabi’nin putperest kavimlere merhameti anlaşılır birşeydir. Onun çabası onları anlama çabasıdır. Nuh fassında Hz. Nuh’un keskin bir tenzihi anlayışla kavmine hitap ettiği onların ise teşbihte ifrat etmiş bir kavim olduğu belirtilir. Bu anlama çabası bir empatiye ve bir ortak nokta yakalamaya yöneliktir. Tamamen farklı dilde konuşan iki topluluk, birbirlerine bir şey anlatamazlar.Bizzat tecrübe ile biliyorum ki salt akılla hareket edenler insanın duygusal hareketlerinden hiçbir şey anlamazlar. Duygusal varlıklar da aklın sahasına girdiklerinde kendilerini ayazda kalmış hissederler. Bu yüzden Efendimiz(SAV) putperest Mekke halkına tenzihle teşbihi cem ederek hitap etmiştir. O zaman karşınızdakinin haklı olduğu kısmı tasdik eder, yanlış yaptığı kısmı ayıklayabilir ve ona da gösterebilirsiniz. Bu insaf düsturudur. İnsaf, nısfdan gelir, bir şeyi yarı yarıya paylaşmak demektir.

İbn-i Arabi peygamberler kafilesinin Efendimiz’e(sav) gelene dek bir hareketle, bir yükselişle, bir miraçla seyrettiğini anlatır. Hareket varsa kemal yoktur, ancak kemale yolculuk vardır. Hareket daima nakıs olandan kamil olana doğrudur. Öyleyse peygamberler silsilesi de, onların mesajı da, İslam mesajına dek tekamül etmiştir. Bu noktada İbn-i Arabi’nin Nuh(as)’a eleştirel yaklaşımını böyle anlamak gerekir. Bu bir metodun yüksekliğini göstermek için, diğerinin noksanını göstermekten ibarettir.Uygun bulan bulur alır, bulmayan ise benimsemez. İbn-i Arabi’nin görüşlerini herkese benimsetmek gibi bir derdi yoktur. O ayet ve hadisleri kendi anlayışınca yorumlamaktadır. Hakikatin tamamı olduğunu da iddia etmemektedir.(enel Hak dememektedir)

Şahsi kanaatim şudur ki görüşlerini benimseyenler de benimsemeyenler de onun İslam düşünce geleneğine yaptığı katkıyı es geçemezler. Köklerimize yapılacak her okuma ve anlama çabası onsuz epey eksik kalacaktır. İslam mirasını devralma yahut bugünkü hali doğru okuma, buraya nasıl geldiğimizi anlama gibi bir derdi olanlar bir gün mutlaka İbn-i Arabi’nin kapısını çalarlar. Ben o kapıdan girdiğime çok şükrediyorum. En müşkül pesent misafire dahi Şeyh’in ne cömertliği ne de misafirperverliği herhangi bir Arap’tan aşağı kalır değildir.


Not: Bunlar benim orijinal fikirlerim değildir, hepsini benimsiyorum ancak sahibini söylememek olmaz. Bunların tamamını Sn. Ekrem Demirli’den öğrendim. Yaptığım sadece nakletmek ve paylaşmaktır.

*Bu güne kadar duyduğum en güzel cümlelerden biridir.

  24.05.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut