ÖZELLİKLE AHİR zaman şartlarında, mü’min anne-babaların sıklıkla dile getirdiği bir endişe vardır. Zamanın kötü olduğundan, giderek daha da kötüleştiğinden hareketle başlayan tahliller, gelir, anne-babanın çocuğuna muhakkak sahip çıkması gerektiği, aksi halde yoldan dinden çıkmasının çok kolay olduğu noktasına kadar dayanır.
Böylesi bir tahlilden hareketle geliştirilen tedbirler ise, sıklıkla, kötü bir sonla biter. Aksi takdirde kötü yola düşer endişesiyle iradesine ‘din namına’ âdeta ipotek konulan çocuk, belli bir yaşa geldiğinde, belki de sırf evvelce maruz kaldığı bu baskı yüzünden hakikate karşı duygusal bir tepki geliştirir. Ya büsbütün karşı, ya lâkayt bir tutum almayı seçer.
Zamana, ahir zamana, ortamın ne kadar kötü olduğuna, böyle bir zamanda çocuk yetiştirmenin ve onları doğru yolda muhafaza etmenin zorluğuna dair bir söz, yazı veya söylem ile ne zaman karşılaşsam, aklıma taşıdığı isim ve içerdiği mesaj itibarıyla bu zamana bilhassa bakıyor olduğunu düşündüğüm Rûm sûresinin âyetleri gelir. Özellikle de, zihnimde ‘30:30’ diye kodladığım âyet.
Otuzuncu sûre olarak Rûm sûresinin otuzuncu âyeti, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın şahsında bütün mü’minlere hem bir davet, hem bir müjde yüklüdür. Âlemlerin Rabbi, peygamberin şahsında mü’minlere “Sen yüzünü hanîf olarak dine çevir” buyurur; ve sonra, ‘yüzümüzü hanîf olarak dine çevirmenin’ nasıl gerçekleşeceğini gösterir: “Allah’ın fıtratına ki, O insanları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında bir değişme bulamazsın. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
Ne zaman şartların ve ortamın kötülüğünden söz açılsa, aklıma önce bu âyet gelir; sonra Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın bu âyete işaret ettiği meşhur hadisi. Âyetten açıkça anlaşıldığı üzere, zaman, zemin, şartlar, ortam ne olursa olsun, âlemlerin Rabbi bütün insanları aynı fıtratla yaratmıştır; ve hele ki fıtrata hitap edebilen bir yol bulunsun, fıtrattan dine bir yol muhakkak sözkonusudur. Nitekim peygamberler, en karanlık gözüken zamanlarda en olumsuz şartların içinde doğup büyümüş insanlara hakikate râm edebilmişlerse, bu sebeptendir. Cahiliye denilen bir ortamın insanlarından Asr-ı Saadet mü’minleri çıkabilmişse, bu sebeptendir. Zira, yine Kur’ân’ıyla âlemler Rabbinin defaatle bildirdiği üzere, Allah kâinatı hak üzere yaratmış, insanı da hak üzere var etmiş ve Kur’ân’ı hak üzere indirmiştir. Fıtratına yol bulur bir tarzda sunulduğunda, insan hakikate râm olur istidattadır.
Ebu Hureyre radıyallahu anhın rivayet ettiği meşhur hadis, tam da bu gerçeğe dikkat çeker. Hadisin bildirdiğine göre, Efendimiz aleyhissalâtu vesselam bir keresinde “Her çocuk fıtrat üzerine doğar” buyurduktan sonra, bu sözünü teyid için ashâbına “Şu âyeti okuyun” demiş ve Rûm sûresinin 30. Âyetini okumuştur. “Her çocuk fıtrat üzere doğar” buyuran kudsî nebinin âyeti okuduktan sonra söylediği söz ise şu şekildedir: “Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusîleştirir. Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi. Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?” (Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim, Kader 22; Muvatta, Cenâiz. 52; Tirmizî, Kader 5; Ebu Dâvud, Sünnet 18.
Başka bir rivayette ise, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın, “Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, konuşmaya başlayıncaya kadar şu din üzere olmasın” buyurduğu bildirilmektedir.
Bu ikinci rivayetin fıtrat ile İslâm’ın denkliğine dikkat çekmesi dolayısıyla, Türkçe metinlerde ilk hadisin ilk cümlesi genellikle “Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar” diye çevrilmiştir. Halbuki, hadisin aslı bu değildir; ve bu ‘izah’ veya ‘yorum’ hadisteki asıl vurgunun gözden uzak kalmasına sebebiyet vermektedir. Gerçekte, her iki hadisin ve elbette hadisin kendisine atıfta bulunduğu Rûm sûresi âyetinin bildirdiği üzere, bütün insanlar için değişmez tek bir fıtrat sözkonusudur ve o fıtrat da İslâm’a, Kur’ân’a birebir denk düşmektedir. Yoksa, bir İslâm fıtratı, Yahudi fıtratı, Hıristiyan fıtratı diye ayrı fıtratlar sözkonusu değildir.
Ve hadisin gösterdiği üzere, anne-baba eğer çocuğun yaratılmış olduğu bu fıtratı bozmaz, tahrip etmez yahut dumura uğratmaz ise, çocuğun İslâm üzere başlayan hayat yolculuğunu İslâm üzere sürdürmesi mukadderdir. Nitekim, hadis “Çocuğu anne babası Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusîleştirir” dediği halde, “Çocuğu anne babası Müslümanlaştırır” dememektedir.
Demek ki, her çocuk, fıtratına hariçten bir müdahele sözkonusu olmadığı takdirde hakikati bulur ve hakka teslim olur bir vaziyettedir. Anne babaya düşen ise, çocuğu ‘Müslümanlaştırmak’ değil, zaten ‘Müslüman,’ zira ‘fıtrat üzere’ doğan çocuğun bu saf hal üzere kalmasını sağlamaktır.
Bu hadis, çocuğum doğru yol üzere olsun derken tehevvüre kapılan, baskıcı uygulamalara girişen, iradeye tahakküm kuran bir anlayıştan uzak olmaya bizi davet ettiği gibi, İslâm ile Hıristiyanlık arasındaki aslî bir farka da işaret etmektedir. Maddeye ve tabiata özünde ‘kötülük’ atfeden, Hz. Âdem’i saf bir fıtrat üzere değil ‘aslî günah’ ile resmeden Hıristiyanî anlayış, doğan bir bebeğin ancak vaftiz suyuyla yıkandıktan sonra ‘temizlendiğini’ öngörür; ve böylece ‘günah üzere’ doğmuş insanı doğrultma zaruretine işaret eder. İslâm’a göre ise, insan özü itibarıyla temizdir; doğrultulmaya, temizlenmeye, düzeltilmeye değil, bu aslî halinin korunmasına ihtiyacı vardır. Dolayısıyla anne babanın görevi, bir ‘yanlış’ı ‘doğru’ya doğru yontmak değil; bir ‘doğru’yu ‘yanlış’tan korumaktır. ‘Eğerek’ değil, ‘dik tutarak’ büyütüp yetiştirmektir.
Fıtrat hadisi, zamane mü’minleri muharref Hıristiyanî kökleri olan “Nature is corrupt” anlayışının hüküm sürdüğü bir sosyal zeminde gelişmiş modern psikolojik faraziyelerin etkisi altında anne babaya aşırı görev, sorumluluk, rol ve tesir yükleyen yaklaşımları yerine, fıtratı okumaya ve fıtrata itimada sevkediyor.