Kardeşlerimi özledim

Mona İslam

EFENDİMİZ BİR gün ashabına “Kardeşlerimi özledim” der, ve sahabi efendiler sorarlar: “Kim onlar? Yoksa biz değil miyiz?” Efendimiz fem-i saadetlerinden cevap buyururlar: “Onlar henüz gelmediler, onlar beni görmeden bana iman edecekler.” Buradan Asr-ı Saadet sonrası müminler müjde çiçekleri toplarlar. Umut ederler, Nebiler Serverine kardeş olmak için. Uzaktan bizi özleyene “biz de seni özledik” derler, diyoruz değil mi?

Bu hadisi düşünüyorum. Zihnimde” Sahabe” ve “Kardeş” kavramları dolaşıyor. Arapların birbirlerine “Arkadaş!” manasında seslendiklerinde “Sahib!” deyişleri aklıma geliyor. “Sahib” orta kademede bir dostluk ifadesi, “Sadıyk” kadar yakın değil, “Halil” kadar hiç değil. Efendimizin terminolojisinde “sadıyk” Sıddık-ı Ekber’e işaret ediyor, “Halil” ise Refik-i Ala’ya. Türkçe’de bu kelime “arkadaş” ve “dost” ile sınırlı. İki kademeli, üç değil. Dolayısıyla biz şayet “Dost” diye Allah’a nida etsek, yerdekilerin tümü “arkadaş” kalıyorlar. Olsa olsa kimi yakın arkadaş, kimi uzak arkadaş, yahut tanıdık.

Sonra “kardeş” hitabına bakıyorum. Kardeş insanın kanından canından olan, sahip çıktığı, kolladığı. Ayrı ve uzak bir yerlerde yaşasa da, hiçbir zaman duasında unutmadığı, atlamadığı, arkadaşlarıyla uzun uzun sohbet ettiği gibi sohbet etmese de bir tek bakışta içinin ısındığı, yine tek bakışta meramını anlattığı, tek bir sarılışta tüm hatıraların kokusunu ciğerlerine çektiği, gözlerinde tüm akrabalarını, hatta kendini gördüğü kişi. Başına bir şey gelse, kendi başına gelmiş gibi yüreğinin paralandığı, kavga gürültü etse de bırakamadığı, terk edemediği kopamadığı, nazına katlandığı. Yemek yerken, gülerken, oturup kalkarken, el yazısı yazarken, bir müzik yahut bir film seçerken farkına varmadan benzediği, taklit ettiği. İnsanların gülümsemesinde bile “Tıpkı o” dediğidir kardeş. Benim gibi gurbette kardeşleri olanlar, ve özleyenler bilirler…

Efendimiz hiç de haksız taksimat yapmamış, kardeş olmak nereden baktığınıza bağlı olarak bazen arkadaş olmaktan iyi. Şayet kardeşseniz, arkadaşların sarf ettiği kadar çaba sarf etmeden, kandan, candan, sıladan, benzemekten, şefkatten mütevellit kayırılırsınız. Bir şey yapmanıza gerek kalmaz. Bir sofra kurulsa, kardeşinizi de çağırmadan, yahut bir tabak da ona yollamadan içiniz rahat etmez… Herkesinkini unutsanız onun doğduğu günü, sevdiği yemeği, damarına basılacak yeri, gülen yüzünü unutmazsınız. Ayrılık ne kadar uzun sürerse sürsün, yeniden bir araya geldiğinizde, hemen oracıkta kaldığınız yerden başlayıverirsiniz daha dünmüş gibi. Çekinmez, pijamalarla çıkarsınız kardeşinizin önüne, ona gecenin bir saati uğrasa mutfağa girip bir şeyler hazırlamak size ağır gelmez. Gece telefonu çaldırsa “Ah canım nen var!” diyerek koşarsınız yüreğiniz küt küt. Saçmasapan birşey de olsa kızamazsınız “beni neden uyandırdı” diye. Kardeşlerinize kıyamazsınız. Dertleri sizindir, çocukları da… Efendimiz de bizim için böyle hissediyor olmalı, ne saadet…

“Özledim” diyor, ne ilginç değil mi? İnsan kimi özler? Aralarında bir ilişki bulunanı, bir karşılıklı muhabbetin tarafları olanı, bir mazide güzel günleri hatırlatanı, bir şeyleri paylaştığını, tanıdığını, bildiğini… Üstelik rastgele olmamalı bu tanışıklık, ciddi bir içli dışlı ilişki olmalı. Ruhlar birbirine değmeli. Kalbime bakınca kimi “özledim” diyorsam bu duyguların hepsi orada mevcut. Öyleyse, Efendimiz bizi tanıyor olmalı. Biz de onu. Ama nasıl? Demek biz ruhlar âleminde tanıştık, kaynaştık, birbirimizi sevdik, bir şeyleri paylaştık, ondan bize evvelen bizden ona ahiren bir muhabbet oldu. Sonra ayrıldık, aramıza zaman girdi, mekan girdi, ahirete kadar tehir edildi vuslat. Böylece özlenildik, böylece özledik. Öyle ya “dilemese, dileyemezdik, özlemese özleyemez, sevmese sevemezdik”. El-Vedud daima karşılıklılık iktiza eder, en çok da Efendimizden ümmetine ümmetinden ona. Biz hatırlamıyoruz tanışmamızı, o hatırlıyor, bizim insanlığımız nisyandan, onunki ünsiyetten. Bekleşiyoruz öyle kavuşmak vaktini, hasretle, metanetle…

Efendimiz yeryüzüne nurlu cismini giyip inerken biz henüz ruhlar alemindeydik. Bizi bıraktı gitti, belki ağladık, belki dünyaya gelirkenki ağlamamız da bundandı. Sonra dünyaya daldık, unuttuk. Ne ayıp! Büyük musibete giriftar olduk. Onsuzluk büyük musibet. Sonra büyüdük ve Hitab-ı Ezeli’den bize “Rasulullah aranızdadır!” buyuruldu. Biz bu müjdeyi kesinlikle arkadaşlarına yönelik anlamadık, gözün gördüğünü bildirmeye, malumu ilama ne hacet! Onlar zaten aralarında onu görüyorlardı. Bilakis bu hitap bizeydi, beden kafesinin görüş alanına perde çektiklerine. Öyleyse bu dünyada da vuslattan bir lem’a bulunmalıydı. Bize o aramızda olduğu sürece azap edilmeyecekti, zira Allah bize olmasa da ona kıyamazdı…

Rasulullah bizim aramızdaydı, ruhaniyeti buradaydı. Cismaniyetten azad olmuş iken her müminin her zaman yanı başındaydı, birimize şefkati ve duası diğerine engel olamıyordu. Şefaati el andı. Kimi zaman bir tahattur-u Muhammedi ile, kimi zaman bir hikmet lemasını kulaklarımıza fısıldayarak, kimi zaman gafletten uyandırmak için sarsarak, kimi demde rüyamıza latif bedeni ile misafir olarak, ama hep şefkat ederek, kardeşlerini kollayarak buradaydı. Kalbinde gözü olana, gökteki ay kadar ayandı varlığı. Kör olana ay ne yapsın! Ancak o ay gibi uzak değil, başımızı okşayacak kadar, yatağımızın ucunda hasta kalbimizi bekleyecek kadar, şifa duasını avuçlarına üfleyip bizi sıvazlayacak kadar yakındı. O yakınlıkta o ay göz kamaştırıyordu.

Musibet sadece görmeyenlere has kılınmıştı. “Görmediğim Allah’a iman etmem” diyen Hz. Ali gibi, biz de “Görmediğim Rasül’e tabi olmam” diyebilirdik. Her namazda “esselamu aleyke yâ eyyuhen nebi” (selam sana ey nebi) diye seslenirken onun muhatap makamında karşımızda oturduğunu biliyoruz. Biz gaipte bir Nebiye selam vermiyoruz, biz Semi ve Basir bir Nebiye selam veriyoruz. Her salavatımızda içimize bir nefes onu çekiyoruz, içimiz Rahmani esintilere gark oluyor, neşe doluyor. O bize gülümsüyor, dişlerini pırıltısı göz kamaştırıyor. Tebessümü her musibeti yatıştırıyor, sevgisi her kalbi avutuyor. Görmüyor muyuz, o vakit vah bize!

“Muhabbet yukarıdan aşağıyadır” derler. Biz Rasulullah’ı seviyorsak bu bizim onun tarafından sevildiğimizin açık kanıtı idi. Öyle ya, güneş olmasa ay nasıl ışık versin? O sevmese bizim sevmek ne haddimize! Madem ki o özlüyor, bizim de özleyenin özlemesine “lebbeyk” dememiz gerekmez mi? “Geldim buradayım, kapındayım, kadem-i saadetinin dibindeyim. Ben de özledim. Bir şey olduğum için değil, kardeşin olduğum için geldim, elim boş da olsa, sana boş elle de gelinir, zaten sana muhabbetten gayrı ne getirilir, kapın daima açık, bildim de geldim…”

Öyle ya insan çok sevince, görse de özler, yanı başında dursa da, doyamaz ki özlem dinsin…

Dünyada müşahede de, vuslat da sadece bir lem’a. O lem’ayı gösterene hamd olsun.

Gördük, tutuştuk, cezbelendik, hel min mezid, beka yâ Rabb…

  01.10.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut