TÜRKİYE’NİN YAKLAŞIK son iki yılına, devam ediyor olan ve devam edeceğe benzeyen ve böyle de olması umulan ‘Ergenekon soruşturması’ damgasını vurmuş bulunuyor. Soruşturulan yapının ‘Ergenekon’ olarak ömrü, 28 Şubat darbesinin hazırlık safhasıyla yaşıt gözükmekle birlikte, bu adı taşımamakla birlikte ‘devlet içinde devlet’ olan böyle bir yapının varlığına dair analizler, zihinleri daha öncesine, 12 Eylül’e, ondan da öncesine, hatta tâ NATO’nun kuruluş yıllarına, hatta Cumhuriyetin yıllarına ve daha da gerilere, İttihad ve Terakki’ye kadar götürüyor.
O günlerden bugüne, değişik suretlere bürünerek yüz yıldır devam eden bir yapı var mı, yok mu bilmiyoruz. Ama Ergenekon’u kavrama adına sürmekte olan müzakere zemininde ortaya konulan bilgiler, bütün bu zamanlarda ‘devlet içinde devlet’ suretinde var olup, hukukun müsaade etmediği birtakım kirli işleri sözümona ‘devlet adına’ yapan ve sözümona ‘kamu yararı adına’ devletlûların özel izni yahut göz yummasıyla şiddet kullanan bir yapılanmanın hep var olduğunu gösteriyor.
Dahası, bu bağlamda, ‘devletin içinde’ bir unsurun devletin bizzat yapmaktan çekineceği, ucunda ‘şiddet’ de bulunan birtakım kirli işleri ‘devlet adına’ gerçekleştirmesi gibi bir vâkıanın, ‘reelpolitiğin’ sözümona ‘icabatından’ olduğunu da öğreniyoruz.
Böylesi konuların dile geldiği bir zeminde, Bediüzzaman’ın “İttihad ve Terakki hakkında re’yi” özel bir önem kazanıyor. Kürdistan aşiretlerine ‘meşrutiyet’ ve ‘hürriyet’in önemini anlatmaya çalıştığı ‘münazaralar’ın özü niteliğindeki bu eserinde, kendisine sorulan sorulardan biri olarak, “İttihad ve Terakki hakkında re’yin nedir?” sorusunu da zikreden Bediüzzaman, içinde bir ‘haşiye’ saklı kısa bir cevap veriyor: “Kıymetlerini takdir ile beraber, siyasiyyunlarındaki şiddete mu’terizim.”
Bu kısa cümlenin gösterdiği üzere, İttihad ve Terakki içinde yer alan, hususan siyasete değil de eğitime, sosyal ve iktisadî faaliyetlere odaklanmış hamiyetli insanlara yönelik takdirini ifade etmekle birlikte, Bediüzzaman şu açık mesajı veriyor: “(Fakat) siyasiyyunlarındaki şiddete mu’terizim.” Yani, İttihad ve Terakki’nin siyasî aktörleri durumundaki kesimin şiddete cevaz veren anlayışına itirazım var!
Bediüzzaman’ın, bu kısa cümlenin sonuna, İttihad ve Terakki içindeki ‘şiddet siyaseti’ taraftarlarına dönük bu itirazını izah için bir ‘haşiye’ düştüğünü görüyoruz. Bu kısa haşiyede ise, hangi zaman ve zeminde, hangi yelpazede ve istidadda olursa olsun, bütün siyasîlerin kulaklarına küpe olması gereken şu cümleler çıkıyor karşımıza:
“Adaletin tevziinde adalet olmazsa, zulüm görünür. Bir hatır için, bin hatır kırılmaz. Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır.” |
Bu üç cümle, Bediüzzaman’ın ‘itiraz’ının kaynaklandığı noktanın özünü verdiği gibi, bu topraklarda ‘mülkün temeli’ olan adaletin neye dayanarak tesis olunamadığını ve dolayısıyla neden devlet mülkünün ‘beka’ ve ‘bölünme’ korkusunu sürekli besler halde kaldığını apaçık ortaya koyuyor.
Anladığımız üzere, İttihad ve Terakki’nin siyasî kanadı, ‘şiddet’i siyasetin bir gereği olarak benimsediği, dolayısıyla ‘hamiyet’ine ‘şiddet’ bulaştırdığı için ‘adalet’ edemiyor ve bu sebeple Bediüzzaman onlara itiraz ediyor. Yani, Bediüzzaman’ın itirazı, özelde ‘İttihad ve Terakki’nin siyasiyyunlarına’ dönük bir itirazı değil, bir örneğini onlarda gördüğümüz bütün ‘şiddet siyaseti’ taraftarlarını, hamiyetlerine ‘şiddet’ bulaştıran herkesi kapsıyor.
Gerek o dönemde yazdığı bütün eserlerde vurguladığı, gerek daha sonra Risale-i Nur’da ‘adalet-i mahzâ’ olarak dile getirdiği üzere, adalet, kâinatın varoluşundaki en temel hakikatlerden olduğu gibi, insanın insan olarak varlığını sürdürmesinin, insanca bir sosyal hayatın tesisinin ve insanca bir siyasî yapı ortaya çıkmasının da olmazsa olmazı niteliğinde. Dolayısıyla, siyaset âleminde yer alanlar, kendilerini ‘adalet’le kayıt altında tutma, adaleti gözetme, ‘büyük-küçük ayrımına girmeden ‘hak haktır, büyüğüne küçüğüne bakılmaz’ ölçüsünce hareket etme durumunda. Aksi takdirde, sözümona ‘hamiyet’ namına adalet parçalandığında, hak ‘büyük-küçük’ diye ayrılır olduğunda, ‘kamu yararı’ adına, ‘umumun selameti’ hesabına, ‘vatan namına’ cüz’î hukuklar zayi edilmeye başlıyor; ve işte hakkı büyük-küçük parçalara böldüğü için adaleti tersyüz eden böylesi bir zeminde ‘şiddet’ kendisine bir yol ve bir mecra buluyor. Hamiyet adalet ile terbiye edilmez ve adalet ile kayıt altına alınmazsa, şiddet kendisini ‘hamiyet’ maskesiyle pazarlamaya kalkışıyor.
Dolayısıyla, bir kişinin, bir partinin, bir zümrenin, câmianın, bir milletin, bir devletin ‘hamiyet’ini muhakkak ‘adalet’ terazisiyle ölçmemiz gerekiyor. ‘Adalet’i çiğneyen bir ‘hamiyet’in ‘şiddet’ini ‘ama hamiyetli insanlar,’ ‘ama vatan millet namına yapıyorlar’ gibi zırhlara bürüyerek savunmamamız; bilakis “Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır” ölçüsünce hareket ederek, aklını ‘şiddet’e bulandıran, ‘şiddet’i meşru gören, kendisini de ‘şiddet’e mecbur bilen bir ‘hamiyet’i kategorik olarak reddetmemiz gerekiyor.
Gelin görün ki, bu topraklarda, bir büyük hakikat kahramanı olarak Bediüzzaman’ın bu güzelim uyarısı muktedirlerde ma’kes bulamadı maalesef. O yüzden, ‘şiddet’le bulaşık ‘hamiyet’leri ‘adaletin tevziinde adalet’e müsaade etmediği için ortalıkta zulüm kol gezdi ve Ermeni Tehciri gibi bir büyük zulme kapı aralandı. Sonrasında, bu ‘şiddet’le bulaşık ‘hamiyet’ anlayışını kendisini ‘Türk’ görmeyeni tehdit olarak gören, dindarı da tehdit olarak gören tek parti zihniyeti sergiledi. Bu anlayış iledir ki, sonraki dönemlerde de, devlet içinde bir ‘derin devlet’ hep varoldu ve ‘devlet adına’ zulümler işlendi ve bu zulümler ‘kamu yararı adına’ mazur görüldü. Öyle ki, ‘adalet’i partisine isim olarak seçmiş bir siyasetçi, devlet aygıtının en tepe noktasına oturduğunda, devlet adına işlenen bu haksız ve kanunsuz şiddeti “Devlet bazan rutin dışına çıkar” diye mazur ve makul ilan edebildi.
Bugün bu toprakların her tarafından el bombaları, lav silahları, patlayıcılar çıkıyorsa; bugün Ergenekon yapılanmasının kodları çözülürken devletin neredeyse her alanına, medyasından STK ve cemaatlerine toplumun her kesimine yayılmış bir ilişkiler ağı ortaya çıkıyorsa, arkaplanında ‘hamiyet’ adına ‘şiddet’i mazur gören; şiddet siyasetine bulaşmış olanları ise ‘hamiyet’iyle yücelten bir anlayışın damarlara yerleşmesinin bunda rolü var.
Demek ki, Bediüzzaman’ın yaptığı gibi yapmak, ‘adalet’i vazgeçilmez esas bilip, ‘hamiyet’iyle ‘adalet’i aşındırmaya kalkışanlara ‘mu’teriz’ olup, “Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır” çizgisini çizerek ‘şiddet siyaseti’ne son verdirmek; ve siyasîlere her daim ‘adalet’i hatırlatmak gerekiyor.
Hani şu sözümona ‘şiddet’le korunmak istenen ‘mülk’ün de esası ve temeli olan adaleti...