HÂKİM CEREYANLARIN güdümünde olmayan, muktedirlerin değirmenine su taşımayan her hareketin başına gelmesi mukadder bir vâkıa vardır. Muktedirler, bir şekilde, bu yapıyı çözmek, bu yapıdan haberdar olmak, büsbütün hâkim olamıyorsa da bir şekilde nüfuz etmek isterler. İçinde muktedirler adına hareket eden muhbirlere, casuslara ve işbirlikçilere sahip olmak, doğrudan muhalif bir tutum sergilesin sergilemesin, muktedirlerin güdümünde olmayı reddeden her hareketin neredeyse kaderi niteliğindedir. İlgili hareket ister sağda ister solda olsun, ister siyasete temas etsin ister etmesin, bu böyledir.
Muktedirlerin, başka bir gayeye yürüyen bir harekete nüfuz edip onu kendi yoluna ve emeline hizmet ettirmeye çalışma yönündeki şaşmaz refleksi, bu hareketlerin müntesiplerini ziyade bir teyakkuza sevkeder. Hareketin sâfiyetini koruması, varoluş sebebi olan maksadı tahakkuk ettirmesi, bu maksada yürürken başka hesapların âleti olmaması için, muhakkak gereklidir bu. Aksi halde, gözden kaçan bir sızma, başarıya ulaşmış bir nüfuz etme teşebbüsü, bir hareketi çığırından çıkarabilir; şiddete veya teslimiyete sürükleyerek, her iki halde de başka hesapların, başka gayelerin elinde bir siyaset oyuncağına dönüştürebilir.
Gelin görün ki, lâzım olan bu teyakkuz hali, başka bir riski beraberinde getirir. Doğru bir yürüyüşü başka yönlere sevketmek isteyenlerin varlığı, doğru yolda yürüyenleri en yakınındaki kardeşine dahi şüpheyle bakma, onun kendisinden farklı bir düşünce veya davranışını bir ‘sızma teşebbüsü’ ve ‘işbirlikçilik’ olarak okuma tehevvürüne sürükleyebilir. Hâkim cereyana ve muktedirlere karşı direnç göstermiş bütün hareketlerde, dindarâne bir hareket olsun olmasın, dünyanın neresinde olursa olsun böyle bir şüphe vâkidir; ve muktedirlerin sızması diye bir durumun sözkonusu olmadığı durumlarda bile, sırf bu şüphe yüzünden aynı yolun yolcularının birbirinden ayrı düştüğü, hatta birbirine hasım hale geldiği; hatta sırf bu kuşkuya binaen hâkim cereyanın yapmaya çok teşne olduğu şeyi kendi aralarında yapıp birbirlerini ortadan kaldırmaya kalkıştıkları bir sır değildir.
Hâkim cereyanların ille de karşısında olmasa bile yanında yer almayı reddetmek dünyanın her yerinde böyle bir durumla karşılaşmayı ve böyle bir şüpheyle yaşamayı mukadder kılarken; Risale-i Nur hizmeti gibi hem yerel hem küresel ölçekteki hâkim cereyanlara âlet olmamayı, bilakis akıntıya karşı durmayı, dahası akıntıyı biiznillah tersine çevirmeyi hedef edinmiş bir hareketin bu imtihanın kapsama alanı dışında kalması elbette düşünülemez. Bilakis, Risale-i Nur hizmetini kendi hesapları yolunda kullanmak isteyen başkaca hesap ve gaye sahiplerinin varlığı, her zaman için, bir vâkıadır.
Ama bu vâkıa, ne yazık ki, sözünü ettiğimiz diğer vâkıayı da beraberinde taşımış durumdadır. Benzer başka hareketler için sözkonusu olduğu şekilde, Risale-i Nur dairesine intisap edenler için de, mevcut veya muhtemel bir ‘sızma’ korkusu, kimilerini ‘benim gibi düşünmeyen başkası hesabına buradadır’ gibi insafa, iz’ana ve vicdana sığmaz bir tehevvüre kadar taşımış haldedir.
Hazin ki, Risale-i Nur dairesi içinde yaşanan kıyımlarda, kendisi gibi düşünmeyen kardeşini ‘içimize sızmış muhbir,’ ‘aramıza yerleşmiş işbirlikçi’ olarak görmenin büyük hissesi bulunuyor. Zira bu bakış, aksi halde iman kardeşi olarak görmeye mecbur olduğu, dolayısıyla bu kardeşliğin mucibince kendisine muamele etmesi gereken şahsı, en hafif haliyle ‘casus’ veya ‘ajan’ veya hatta ‘münafık’ ve ‘hain’ görme sonucuna yol açıyor; ve böylece, Risale-i Nur’dan şefkat ve hakikat dersini almış olması beklenen kimileri, iman kardeşine acımasızca vurabiliyor, alçakça kıyabiliyor. “Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silahtır” buyuruyor Bediüzzaman. Ama ne yazık ki, adavetine, hasedine veya inadına ‘hizmetin sâfiyetini koruma’ kılıfını geçirenler, Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘izzet-i nefis sahibi’nin kullanmaya asla ‘tenezzül’ etmeyeceği bu ‘pis silaha’ tenezzül etme alçaklığını şaşılası bir gönül rahatlığıyla irtikap edebiliyor.
Başta da belirttiğimiz gibi, muktedirlere ‘muvafık’ olmayı reddeden her hareketin başına gelmesi mukadder, bu yönüyle ‘siyaset sosyolojisi’ ve ‘sosyal psikoloji’ gibi disiplinlerin kapsama alanı içine giren bir genelgeçer olgu niteliğini arzeden bu durumun Risale-i Nur camiası içinde dahi vuku bulmasının bu disiplinler açısından izahı mümkün olsa bile Risale-i Nur mizanları açısından izahının ise imkânı bulunmuyor. Zira Bediüzzaman, bu konuda takip edilecek ölçüyü ve bu ölçüye riayet edilmediği takdirde yaşanacak arızayı açıkça ifade etmiş bulunuyor.
Tıpkı ‘tokat’ bahsi gibi, Bediüzzaman’ın açıklıkla ifade ettiği ama nedense zihinlerde hemencecik hatıra gelen bir ‘mâl-i umumî’ye dönüşememiş bir mektubunda, hem de “Risale-i Nur’a ilişenlere tokatlar yerler” vâkıasının iki örneğini zikrettikten hemen sonra, şu uyarıyı yapıyor Bediüzzaman:
“Kardeşlerim! Sizin zekâvetiniz ve tedbiriniz, benim tesanüdünüz hakkında nasihatıma ihtiyaç bırakmıyor. Fakat bu âhirde hissettim ki, Risale-i Nur şakirtlerinin tesanüdlerine zarar vermek için birbirinin hakkında suizan verdiriyorlar; tâ birbirini ittiham etsin. Belki ‘Filan talebe bize casusluk ediyor’ der, tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz.. gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız.. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz.. sır vermeyiniz... Zaten sırrımız yok; fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik ediyor, ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.” (Bkz. Emirdağ Lâhikası, I. cilt, eski Sözler Yay. baskısı, s. 107) |
Bediüzzaman’ın bir mektubunda yer alan bu yarım paragraf, Risale-i Nur hizmetinin ‘hayat-ı içtimaiyesi’ için vazgeçilmez olan altı hususu birbiri ardınca ve birbiriyle irtibatlı olarak sıralıyor.
En başta, bu paragraftan anlıyoruz ki, Risale-i Nur hizmetinin devamı ve muvaffakiyeti için aslolan, Nur talebelerinin aralarındaki tesanüddür, uhuvvettir; birbirleriyle kardeşâne bir dayanışma içinde olmalarıdır. Risale-i Nur talebeleri Hz. Peygamberin o güzelim hadisinde dile gelen “Mü’minler birbirleri için bir binanın birbirine destek olan tuğlaları gibidir” sırrına dehalet edip aralarındaki tesanüdü korudukları sürece Allah bu hizmeti akamete uğratmaz, bu hizmetin aleyhinde çalışanları emellerine ulaştırmaz, bu hizmete devam ve muvaffakiyet nasip eder.
İkincisi, Nur talebelerinin tesanüdü önlerindeki en aşılmaz engel hükmünde olduğu için, bu iman ve Kur’ân hizmetinin önünü kesmek isteyen müfsidler ve mülhidler, bu tesanüde zarar vermeyi, onu bozmayı, kırmayı muhakkak isteyecek ve bu uğurda çaba göstereceklerdir.
Üçüncüsü, bu yolda ehl-i ilhad ve ifsadın kullanacağı taktiklerden biri, tam anlamıyla bir ‘sağ gösterip sol vurma’ taktiğidir. Risale-i Nur talebelerinin arasındaki tesanüdü kırmak, birbirlerine itham etmelerini sağlamak, aralarındaki uhuvveti bozarak birbirlerine adavet ve husumet beslemelerini sağlamak için, onların sahip olmaları gereken ‘teyakkuz’ psikolojisini yanlış yerde kullandıracaklardır. Ehl-i ilhad, bu yolda, hizmetiyle temayüz eden veya etmesi muhtemel isimleri bilhassa hedef seçecek, öyle ki, bu kişiler hakkında ‘bizim casusumuz’ gibi söylemleri bilhassa üreterek, hem iman kardeşleri arasında bir inşikaka, hem yetişmiş veya müstaid Nur talebelerini safdışı etmeye çalışacaktır.
Dördüncüsü, Risale-i Nur’un hizmetine karşı kurulan bir tuzak bu ise, Nur talebelerine düşen bu tuzağa düşmemek, bu oyuna gelmemek; dolayısıyla, teyakkuz ve ihtiyatı elden bırakmamakla birlikte, ‘casus edebiyatı’na prim vermemektir.
Beşincisi, ortada casusluğun ‘edebiyatı’ndan öte ‘gerçeği’ olsa bile, bu durumda dahi Nur talebesine düşen, ‘perdeyi yırtmamak’tır; bir kişinin casusluğunu ‘gözüyle görse dahi,’ görmemiş gibi yaparak, ıslahına çalışmaktır, ‘fenalığa karşı iyilikle mukabele etmek’tir, ki bu , “İdfa’ billetî hiye ahsen” âyetiyle emredilen bir keyfiyettir. Perdeyi yırtmak, casusluğu tahakkuk etmiş bir ismi deşifre edip yüzüne vurmak, hem o kişiyi daha saldırgan kılacak, hem de o kişi için ‘perde yırtılmadığı sürece’ mümkün olan vicdan muhasebesini ve Risale-i Nur’un iman derslerinden bir şekilde istifade ile imanını kurtarma ihtimalini ortadan kaldıracaktır. Perdeyi yırtmak, her iki halde de hikmete; ve ikinci halde hikmetin yanında rahmete de zıt bir harekettir.
Altıncısı, gerçi Risale-i Nur hizmetinin bir ‘gizli ajandası,’ bir ‘örtülü hesabı’ yoktur, ne yolda yürüdüğü ve neyi hedeflediği ayan beyan ortadadır; ama bu yolda girişilen bir hayırlı teşebbüsü, bir hikmetli vesileyi dumura uğratma gibi ihtimallerin sözkonusu olduğu durumlarda, henüz tatbik sahasına konmamış bu teşebbüsü akim kalmaması için emin olmadığımız mecralara aktarmamak, casusluğu ortaya çıkmış kişilerin zararına mani olmak için yeterli bir tedbir niteliğindedir.
Bediüzzaman, daha da irdelenmeyi hak eden; mü’minlerin içtimaî hayatını mahvedip tesanüdlerini kıran bir illete karşı harikulâde bir çıkış yolu gösteren bu apaçık paragrafına rağmen Risale-i Nur camiası içinde kendisi gibi düşünmeyene ‘casus’ damgasını yapıştırmanın neredeyse bir ‘itiyad’ haline dönüştüğünü görmek, beni hayrete düşürüyor.
Ve ne zaman bir ‘casus,’ ‘sızma,’ ‘ajan’ söylemi duysam, Emirdağ Lâhikası’ndaki bu bahsi hatırlıyor ve muhataba muhakkak hatırlatıyorum.
Ve ne zaman Emirdağ Lâhikası’ndaki bu bahsi hatırlasam, sözümona teyakkuz adına üretilen ‘casus’ söylemiyle bozulan tesanüdün, yaşanan inşikakların, kırılan fidanların, kıyılan istidadların hüznü bütün ağırlığıyla üzerime çöküyor.
Bu bahis o kadar hatırlanmalı, o kadar hatıra getirilmeli, o kadar okunup konuşulmalı ki, zihinlere nakşolmalı ve ‘casus edebiyatı’ hiç olmazsa bundan sonra ehl-i ilhad için de, ehl-i adavet ve hased ve inad için de işe yaramamalı. Böylelerinin hevesini boşa çıkarmalı; onları, bu edebiyata kanıp, dahası dilimizi de buna ortak edip tesanüdümüzü kırmakla sevindirmeyerek cezalandırmalı.