Seçilmişlik

Abdullah Taha Orhan*

Seçilmişlik çoğu zaman kafamı karıştıran bir kavram olmuştur. Yumurta-tavuk hikâyesi gibi, acaba hangisi önce gelir diye sormuşumdur kendime; seçilmek mi, seçilmeyi netice verecek iman-ihlâs-ihsan mertebelerine ulaşmak mı?

Yoksa seçilmiş olmak için hiçbir sebebe ihtiyaç yok mudur? Her şeyi ilm-i ezelisiyle bilip muhkem bir kader ile takdir eden Kadir-i Âlim, hiçbir sebebe ihtiyaç duymadan mı seçer seçtiğini? Bir ol demesiyle kâinatı var eden ve sürekli kâinatı yoktan var etmeye devam eden Hayy-u Kayyum seçmesini neye bağlamıştır, sadece kudretiyle tasarrufta bulunup da mı seçer seçtiğini?

Bu sorular yedeğimde, Mucizat-ı Ahmediye’yi okurken bir cümle ilişti gözüme. Bediüzzaman şöyle diyordu bir yerde:

“Hem madem nev’-i beşerde nübüvvet vardır.”[ilh](*1)

Seçilmişlik dendiğinde belki ilk akla gelecek olan peygamberleridir Cenab-ı Hakk’ın. Rabb-ı Rahim, onları kulları arasından, rasuller olarak seçmiş ve insanlığa göndermiştir kendisini en güzel şekilde anlatmaları için yeryüzünde.

İşte Bediüzzaman’ın yukarıdaki cümlesi benim için seçilmişlik meselesini anlamada, özellikle de nebilerin bütün bir insanlık arasından seçilmesini anlamada ufuk açıcı oldu.

Risale-i Nur’un bütününde ince ince işlenen Esma-i Hüsna talimlerinden öğrendiğimiz şuydu: insan küçük bir kâinattı, kâinat da büyük bir insan. Yani kâinatta Cenâb-ı Hakkın hangi esması tecelli ediyorsa insanda da eksiksiz tecelli ediyordu. İnsan en külli ayine idi Rabbine, işte önce bu anlamda seçilmişti insan bütün bir mahlûkat arasından.

İnsan nevi içinde ise nebiler vardı en güzel seçilmişler kafilesi olarak, insanlığın yüz akları olarak. İşte onları da seçilmiş yapan, bu esmâ-i hüsnâya ayine olma dereceleriydi. Biz yine Risale-i Nurun talimiyle biliyorduk ki, Efendimiz aleyhissalatuvesselam her bir ism-i ilahiye azam derecede mazhardı.

Peki, bu fark neden kaynaklanıyordu?

Bu noktada da bir diğer kilit risale olan Kader Risalesi imdadımıza yetişecekti. İlm-i ezeli, maluma tabi idi. Yani kader ile cüz’î cüz-ü irade arasında öyle mükemmel bir denge vardı ki, adaletsizlikten, eksiklikten ya da fazlalıktan söz etmek mümkün değildi kâinatta. Herşey kader ile takdir olunmuştu, ancak cüz’i iradenin sarfı şartı koşulmuştu, kader cüz’i irade ile külli iradenin mubaşeretiydi bir anlamda, mukarenetiydi.

Seçilmişlik işte bu yüzden salt bir seçilmişlik değildi, Cenab-ı Hakk’ın ilim, irade, kudret sıfatlarıyla beraber hikmet sıfatı da seçme şuununda beraber tecelli edeceklerdi. Yani seçilmiş olmanın bir hikmeti olacaktı, o da cüz’i iradenin sarfı idi. Aynı iman nimetinde olduğu gibi.

Bediüzzaman’ın topyekûn bir İman Risalesi olarak nitelendirebileceğimiz eseri Risale-i Nur külliyatında, imanın tanımı olarak Sa’d-ı Taftazani’nin tanımını kullanması bu sebeptendi. Taftazani diyordu ki: “İman cüz’i iradenin sarfından sonra kalbe ilkâ edilen bir nurdur”. Evet, iman nurani bir şeydi, bir vergiydi, her şeyin olduğu gibi. Fakat Hakîm olan Rabb-ı Rahim cüz’i iradeyi selbetmiyordu iman konusunda. Hâşâ, bir adaletsizlikten bahsedilemezdi işte bu sebepten.

Bu verilmişlik, bu seçilmişlik, ne iman nimetinin kıymetini azaltırdı, ne de insanın cüz’i iradesinin değerini.

Yukarıda alıntıladığım cümle sanki bütün bunların bir özeti gibi çıkmıştı karşıma. Allah’ın yeryüzündeki halifeleri olarak insan nevinin her bir ferdinde esma-i ilahiye cilveleniyordu, işte bu sebepten aslında bütün insanlarda nübüvvet cevheri vardı, “nev’-i beşerde nübüvvet var”dı Bediüzzaman’ın ifadesiyle. Fakat bunu bilkuvveden bilfiile, potansiyelden kinetiğe dönüştürmek, insanın o kendisinde tecelli eden esma-i ilahiyeye ne derce parlak bir ayine olmaya çalışmasına bakıyordu. Sırr-ı imtihanın iktizası bu idi. Dar’ul-hikmet olan bu dünyanın sünnetullahı, kanunu, fıtratı bu idi. Her şey bir hikmete mebni idi. Cenab-ı Hakk Hâkim olduğu gibi Hakîm idi aynı zamanda, asla abes iş yapmazdı. Adildi, adaletsiz olabilecek bir “seçilmişlik” O’nun Adl sıfatıyla uyuşmazdı.

Bu sırdandır ki, Efendimizin ümmetinin âlimleri, Beni İsrail’in peygamberleri gibi olabiliyordu.

Bu sırdandır ki, Bediüzzaman Risale-i Nur mesleğini Veraset-i Nübüvvet çizgisinin devamı, nübüvvet mesleğinin takipçisi olarak konumlandırıyordu.

Efendimiz’ “Efendimiz” yapan işte bu sır idi: o Esma-i Hüsnaya en güzel ayine olması. Bunu anlamak, hem Efendimiz aleyhissalatuvesselam’a olan sevgi ve hürmetimizi artıracaktır, hem de O’nun yolunda daha güzel kullar olabilmek için bize şevk verecek olan ümidimizi.


1. Mucizat-ı Ahmediye, İkinci Nükteli İşaret

  07.09.2009

© 2021 karakalem.net, Abdullah Taha Orhan



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut