VARLIĞIYLA ZENGİNLEŞTİĞİMİZ Risale müellifinin İslâmî düşünce mirası içinden süzüp önümüze sunduğu harikulâde tahlillerden biridir insandaki ‘kuvveler’ bahsi. Bediüzzaman’ın ‘kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye’ diye sıraladığı üç kuvve, bakarsak, insandaki bütün kuvvelerin özü ve özeti gibidir.
Bu üç kuvveye ilişkin olarak Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu tahlil, hayat imtihanında insanın önüne hep ‘iki şık’ değil, ‘üç şık’ çıktığına dikkat çekmesi bakımından da manidardır. Âlemler Rabbinin verdiği kabiliyetleri yanlış yolda kullanmak bir dert, kullanmamak ise başka bir derttir. İnsan, meselâ aklını yanlış kullandığı zaman mes’ul olduğu gibi, kullanmadığı zaman da mes’uldür. Yanlış kullanma ifratı ve kullanmama tefriti arasında kula düşen istikamet çizgisi, insana verilmiş bütün bu donanımların yerinde, gereğince, doğru biçimde kullanılmasıdır. Bu doğru kullanım için ise, insanın vahyin yol göstericiliğine ve sünnet-i peygamberînin aydınlığına olan ihtiyacı, yine Risale-i Nur’da sıklıkla vurgulanır. Risale-i Nur’un en kritik bahislerinden biri olarak “Ene” bahsinde bu bağlamda söylenenler, bunun bir misalidir.
Bediüzzaman’ın ‘kuvve-i şeheviye’ derken kasdettiği şeyin, genel anlamda insanın ihtiyaç ve ‘iştiha’ duyduğu şeylere baktığını, ‘kuvve-i gadabiye’den kasdın da esasen ‘korunma duygusu’ olduğunu; ve bu açıdan bakılırsa, her iki duygunun da hem insanın kendi hayatını, hem de insanlık neslinin devamını sağlamak bakımından olmazsa olmaz mahiyette olduğunu hep düşünmüşümdür de, bu iki ‘kuvve’ tarifindeki ‘şehvet’ ve ‘gadap’ (yani, öfke) kelimelerinin içerdiği negatif çağrışımlar da zihnimin bir köşesinde varlığını sürdürmüştür. ‘Kuvve-i şeheviye’ ifadesinin doğrudan ‘şehvet’i çağrıştırmasına karşılık, gerek kendi iç dünyamda, gerek konunun müzakere edildiği ders ve sohbet zeminlerinde ‘yani iştiha duyusu’ diyerek bu negatif çağrışımı bir derece bertaraf etmeyi denemişimdir gerçi. ‘Kuvve-i gadabiye’yi de ‘korunma duyusu’ diye izaha gayret etmişliğime mukabil, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın en kısa hadisini teşkil eden “Lâ tağdab” hatırımda kaldığı sürece, bir negatif çağrışım öylece kalmıştır zihnimin ilgili köşesinde.
Gelin görün ki, bu iki kuvvenin vasat noktadaki müstakim istimali için, Bediüzzaman’ın beni böylesi izahlara mecbur bırakmayan bir tarifinin zaten mevcut olduğunu, otuz senedir okumakta olduğum bir risalede ancak yakınlarda fark ettim. “Otuzuncu Söz”ün birinci kısmında, insanı ve bütün insanlığı “Ene” kavramı etrafında tarif ederken, “Ene”nin hayırda ve şerde istimalinin hasıl ettiği iki büyük silsileye atıfta bulunurken, vahyi tanımayan ‘silsile-i felsefe’nin ‘kuvve-i gadabiye’ dalında firavunlar, nemrutlar ve şeddatlar yetiştirdiğine; ‘kuvve-i şeheviye’ dalındaki meyvesinin ise ‘tanrıça’ makamına konulup adeta tapınılan ismetsiz cemal-i suretler olduğuna işaret ediyordu Bediüzzaman...
Peki ya “silsile-i diyanet ve nübüvvet’in kuvve-i şeheviye ve gadabiye dalındaki meyveleri?
Hayır, soruyu böyle sordurmuyor, cevabı da böyle vermiyordu Bediüzzaman. Üç kuvveyle ilgili birebir eşleme yapmıyordu. Her iki silsile için aynı isimle yâd ettiği tek bir kuvve vardı: kuvve-i akliye. İş ‘kuvve-i gadabiye’ye gelince, silsile-i nübüvvet tarafına geçilir geçilmez bu kuvvenin ismi dahi değişiyordu: kuvve-i dâfia. Aynısı, kuvve-i şeheviye için de geçerliydi. Vahyi tanımayan silsile-i felsefenin ‘kuvve-i şeheviye’si, ‘silsile-i nübüvvet’in elinde ‘kuvve-i câzibe’ye dönüşüyordu hemen.
Böylece, daha ayrıntılı bir izaha dahi gerek kalmadan, kelimelerin yaşadığı bu dönüşümle, olması gerekeni harikulade bir incelikle ihsas etmiş oluyordu Bediüzzaman. Bizim ‘şehvet’le karşıladığımız bütün duyguların aslı, güzel ve hayırlı olan şeyleri ‘cezbetmek’ için (kuvve-i cazibe); bizim ‘gadab’la karşıladığımız bütün duyguların aslı, çirkin ve şerli olan şeylerden kendimizi sakınmamız ve onlara karşı kendimizi koruyup savunmamız içindi (kuvve-i dâfia).
Otuz yıllık bir okumadan sonra da olsa, Bediüzzaman’ın kelime seçimiyle sergilediği bu inceliği ve ayrı bir izaha ihtiyaç bırakmayacak şekilde ortaya koyduğu bu mânâ aktarımını görünce, böyle bir üstada talebe olmaya çalışmakla ne kadar zenginleştiğimi bir kez daha anlayıp Rabbimize şükrettim.
Ve ne yalan söyleyeyim, bu şükrüme ‘negatif’ bir duygu eşlik etti: böylesi bir üstada ‘istemeyeyim, kalsın’ üslubuyla yaklaşan, hele ki tepeden bakan entellektüellerimize yönelik olarak, derin bir acıma hissi...