GELEN HER peygamber, kendi kavminin diliyle gelir. Onlar; içinden çıktıkları kavmin algı duygusunu çok iyi bilirler. Bulundukları toplumun diline en çok hakim olan peygamberler arasında hatırıma ilk gelenler Hz. Şuayb, Hz. Harun, Hz. İbrahim ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'dir.
Nasıl ki tevhid inancını anlamamızda ilk manevi atalarımızdan, velilerimizden, hocalarımızdan biri olan Hz. İbrahim; bu inancı, içinde bulunduğu topluma açıklayıp, bunun kendileri için "en hak" yol olduğunda onları ikna etmek için dili en iyi kullanıyorsa; bu, gelmiş geçmiş diğer tüm peygamberler ve büyük zatlar içinde geçerlidir.
Bir konuda, karşınızdaki insanı, grubu, toplumu, kitleyi ikna etmek istiyorsanız; sadece onların "konuştuğu lisanı" bilmeniz yeterli olmuyor. Onların hem gönül, hem dil, hem de akıl lisanını iyi bilmeniz gerekiyor.
Bir insan, ne kadar bulunduğu toplumun (ya da muhatap olduğu insanların) adetlerini, gelenek-göreneklerini, eğitim seviyesini, değerlerini bilirse; o kadar o toplumdaki insanları anlayabilir ve o kadar iyi ilişkiler içerisinde olabilir.
Bulundukları toplumun diline yabancı olanlar, o toplumun içinde "zahiren" yaşıyor olsalar da, o toplumun ruhuna değmiş olmazlar ve dolayısıyla da, o toplumu anlamış olmazlar.
Bir şiir, bir kitap, bir film, bir şarkı bizi en çok; en derinlerimizdeki duygularımıza değdiği zaman etkiler. O yüzden genelde insanlar, "kurgu"dan çok, "gerçeği" ararlar; izledikleri bir filmde ya da okudukları bir romanda vs.. "Gerçek" yani "yaşanmış" ise bir şey; o kadar hitap gücü ve etkileyiciliği güçlüdür. Kişinin kendi deneyimleriyle örtüşebilir çünkü. Sizde birtakım çağrışımlara sebep olabiliyorsa; sizi o kadar içine çeker o film, o roman ya da anlatılan her ne ise.
Hayata yakın olmaktır bir anlamıyla da aynı dili konuşmak; yanındakine "neler yaşadığını ve neler hissettiğini anlayabiliyorum" demektir.
Yaşadığınız her olay, duyduğunuz hemen hemen her hadise, her söz, size bütün hayatınız boyunca eşlik eder. O yüzden "dil yarası" acıtır insanı. Sizin bulunduğunuz şartları, yaşadığınız sıkıntıları, olayları anlamadan; düşünülmeden, sizi "okuyamadan" söylenmiş bir sözün acısı, yıllar geçse de sizinle birlikte yaşamaya devam eder.
Dil; kullandığımız lisan değildir sadece. Kullandığımız lisanla hislerimiz ve davranışlarımız arasında ve hatta niyetlerimiz arasında (insanın niyeti hal ve davranışlarına da yansır büyük ölçüde) bile bir ilişki vardır. Muhatap olduklarının dilinin ruhuna da dokunabiliyorsa ancak bir kişi; onların algı duygusuna yakınlaşabiliyorsa, iyi ilişkiler kurabilir. Belki de bu yüzden çocuk terapistleri çok sık vurguluyorlar; "çocuklarınız ile aynı dili konuşamıyorsanız, onları anlayamazsınız" diye. Onların oynadığı oyunlara "saçma, boş iş" nazarıyla bakan, onlara hitap eden teknolojiden uzak olan; "zamanın çocukcası"nı bilmeyen, okuyamayan ebeveyn; her ne kadar aynı evin içerisinde yaşıyor olsa da, çocuğuna yabancı olabilir; çocuğunun dünyasına "fransız" kalabilir.
Aynı dili konuşacak insanların özlemiyle sıkışan ruhlarımıza acı vermemek ve onlara yanlız olmadıklarını hissettirip; yaşamaktan "zevk" alır hale getirmek için; ruhlarımızı ısıtacak insanlarla muhatap olmaya ihtiyacımız var... Yaptıklarımıza anlam katacak ve yaptıklarını anlamlı bulacağımız beraberlikler içerisinde olmaya ihtiyacımız var... Sizin ne konuştuğunuzu anlamayan ve ne konuştuklarını anlamadığınız kişilerle olan ilişkilerimizi azaltmaya ya da miladını doldurmuşsa son noktayı koymaya ihtiyacımız var...
Dile getirilmeyecek şeyleri, kalp dilinizle ve hal dilinizle anlayabilecek ilişkiler içerisinde olup, bunun huzurunu yaşayabilmek duasıyla...