Biz Üstadın çocuklarıyız

Mona İslam

RAMAZAN’IN MÜBAREKİYETİ içinde insan kuvve-i şeheviyesine de kuvve-i gadabiyesine de hakim olmalı. Sinirini bozsalar da “ben oruçluyum” demeli ve geçmeli. Bu Ramazan bunu ne kadar da iyi beceriyordum. Ama can damarıma bastılar.

Daha önce de birkaç yerde bu hususta birileri ile tartıştım. Ortamı gerdim, had bildirdim, arkadaşlarımızla aramızı bozdum, eve gelen konuklara eşimin “abartıyorsun” dediği karşılıkları verdim. Ben sabıkalıyım. Kabul ediyorum. Ama bu konuda değişmek hiç içimden gelmiyor. “Muhabbetin şe’ni ifrattır” der ya Üstad ben de belki ifrat ediyor ve Üstada yönelik her tahfifi, her yok saymayı, her haksızlığı, sanki ana babama laf söylemişler hassasiyeti ile karşılıyorum. Hiçbir şey beni ona laf edildiği zaman kızdığım kadar kızdırmıyor. Hatır gönül arkadaşlık ezip geçiyorum. Gözüm kararıyor.

Her gün devam eden bir sahur programını izliyorum. Sabahlamaya alışkınım, pür dikkat takip ediyorum, uyku mahmurluğundan hali yanlış anlamaya mahal vermeyecek biçimde kulağım televizyonda. Programcılar sevdiğim insanlar, yazdıklarına da şahıslarına da muhabbetim ve yakınlığım var. Belki bu yakınlığın da tesiri ile “Ne yapıyorsunuz abi? Özledim sizi ne var ne yok” edasıyla izliyorum programlarını. Yıllardır yazıp çizdiklerini, hayat serüvenlerini dikkatle takip ettiğim, örnek aldığım, saygı duyduğum bu adamlar sık sık bir yerlerden alıntı yaparak, hem süslü, hem içi dolu cümleler söylüyor, insanları tefekküre sevk etmeye çalışıyorlar. Çok da güzel başarıyorlar. “Maşallah” diyorum.

Yalnız dikkat ediyorum alıntılarını yaparken Mevlana’dan Yunus’dan Hz. Ali’den rivayetle bir şeyler söyleyen bu zatlar, bazı meseleleri de Risale-i Nurdan alıp anlatıyor, ama hiç “Bediüzzaman şöyle der” diye isim zikretmiyorlar. Defaatle farkediyorum ki üstadın pişirdiği yemeği kendileri servis ederken, aşçıyı sena etmez bir halleri var. Telif hakkı Ahmed’e Mehmed’e itina ile verilirken, Said’e kimse telif ödemiyor. Halbuki ekran karşısında oturanlar o çok beğendikleri sözlerin Üstadıma ait olduğunu bilseler, “Ne harika bunu Bediüzzaman mı söylemiş, bir baksak bu zât ne yazmış” diyecek, Risalelelere yahut Üstadın hayatına nazar-ı dikkatler celb edilecek.

Üstad Risalelerde kendini hiç öne çıkarmamış, “Said de bir talebe” buyurmuş. Bunu hem tevazuundan hem de hakikati Allah’a verişinden yapmış, biliyorum. Ama bizim onun tevazuuna karşı onu övmemiz, onun dahi sahibi Allah’tır diyerek Risale-i Nur’u meth ü sena etmesinden ders almamız, “bu sözlerim Risale-i Nur’dandır” dememiz icab etmez mi? Mevlana’nın Mesnevisi altındır da, Bediüzzaman’ın Mesnevisi bakır mıdır? Haşa, bihakkın elmastır.

Dönüp eşime soruyorum, neden böyle yapıyorlar ki bu haksızlık diyerek. Eşim şöyle cevap veriyor. “Mevlana “Ilımlı İslam Projesi” kapsamında insanlara sempatik gelen bir isim, kendi zatı itibariyle böyle olmasa da bu işe malzeme yapılıyor, oysa Bediüzzaman kurulu düzen tarafından ‘lanetlenmiş’ biri ve muhalif olmayı göze alamayan düzenden beslenmek gibi bir derdi olan hiç kimse onun adını ekranda ağzına alamaz. Bunun için kendisi de lanetlenmeyi göze almalıdır” diyor. “Ama” diyorum “sen bunu yapıyorsun; Bediüzzaman’ın talebelerinden olmadığın halde ekranda pervasızca onun adını zikrediyor, “Bana Nurcu derler” diye yüksünmüyorsun.” “Bu talebelikle değil, kınanmaktan korkmamakla ilgili bir durum” diyor. Bana kınamamamı, Üstadın adını anmanın o kadar da kolay bir şey olmadığını, yaftalanmakla sonuçlanabileceğini anlatıyor.

Bir taraftan eşimin sahip çıkışından ötürü memnun olurken, diğer taraftan böyle her duruma karşı pervasız, cesur, yiğit, dünyaya meydan okuyan bir Üstad’ın talebelerinin vaziyetine üzülüyorum. Cesaret bizim vasfımız olmalıydı, temenna etmeyen biz olmalı, üzerimizde babamızdan çok hak sahibi olan, hamurumuzu yoğuran Üstadımızın adını göğsümüzü gere gere her yerde söyleyebilmeliydik. Ona mensubiyetimizle iftihar etmeliydik. “Lanetleneceksek Üstad’la beraber lanetlenelim, biz o laneti koynumuzda kutsal bir emanet gibi, miras gibi saklarız demeliydik.” Sevimli adam olmak zorunda hissetmemeliydik. Yahut madem cesaretimiz yok, ondan bir şey nakletmemeli, sahibini anamıyorsak sözünü de zikretmemeliydik. Ancak Risaleler içimize işlemiş, o sözleri zikretmeksizin konuşamayacak duruma gelmiş, biz ile risalenin arası ayrılamayacak kadar bütünleşmiş isek takkeyi önümüze koyup bir düşünmeliydik.

Kendini babasından başkasına nispet eden bir adamın kınanacak halini anlatan Veda Hutbesinin mübarek satırları gözümün önünden geçiyor. Başka güzel babalar da olabilir, ama maneviyatta bizim babamız Üstad’dır. Üstadın hiç çocuğu yoktu o mirasını talebelerine bıraktı. Ona mensubiyetle ancak iftihar edilebilir. Biz Üstadın neseben olmasa da manen çocuklarıyız, bizi o yetiştirdi, o büyüttü, vardığımız menzilde insanlar bize kulak verip dinliyorlarsa bunu ona borçluyuz, ah bir farkına varabilsek. Farkında isek gereğini yapabilsek. İnsan hiç babasını bırakıp başkalarının adını anar, kendi üzerinde görülen güzellikleri -, başkalarına nispet ettirir miydi? Şimdi bu ağabeylerimiz, Hz. Mevlana bu adamları ne iyi yetiştirmiş denilse vicdanen rahat edebilecekler mi? Bizi Üstad Bediüzzaman yetiştirdi, başkası değil demeleri gerekmez mi?

Bu satırları okurlarsa, bana yine bir zamanlar dedikleri gibi “Ay Mona, çok safsın” demezlerse, bu büyük ağabeylere küçük kardeşlerinden bir serzeniş, bir kırık gönüldür. Yahut önden gidenlere arkadan gelenlerden bir dikkat çağrısı, bir hatırlatma, bir kalbe dokunmadır. Bana gücenmesinler. Sözlerim onların kalbini kırmak için değil, Üstadın kalbi kırılmasın içindir. Bunu dilerim kasten yapmıyorlardır da hatırlatmama memnun olurlar. Bilemiyorum çok mu romantik davranıyorum…

  18.09.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut