ÖLÜM BİZİ nereye gidersek bulur. Bunu hepimiz biliriz. Haberlerde öldüğünü duyduğumuz insanlar, diyar-ı âhere göçen yakınlarımız, her geçen gün yıpranan ve eskiyen eşyalarımız, yaşlanan bedenimiz, elimizden uçup giden sağlığımız, gençliğimiz, heyecanlarımız bize ölümü anlatmıyor mu? Her mevsim yaprak dökümünde, her gün günbatımında bir kere daha şahit olmuyor muyuz ölümlülük gerçeğine? Nasıl unutuyoruz öyleyse onu, o soğuk ve beyaz yüzünü ölümün? Nasıl bir nisyan ki, bu bize en büyük hakikati unutturuyor?
Yer Cihangir. Firuzağa Camiinin yanıbaşına kondurulmuş bir sürü minik kahvehane. İnsanlar masaları dışarı çıkarmış, oturuyorlar. Sinema dünyasının emekçileri, eski oyuncular takılıyor buralara. Nişantaşı’ndaki lüks kafelere göre daha salaş, daha ucuz, ama daha samimi bu kahvehaneler. İnsanlar dolup dolup boşalıyorlar. Tercihin öncelikli sebebi, çay 1 lira. Sohbet şamata bedava…
Masaların yanında birşey var. Beyaz mermer, bilemiyorum ne olduğunu. Nedir o diyorum? Eşim “Bu bir musalla taşı” diyor. Kahvehanenin yanıbaşında bir musalla taşı, tuhaf şey doğrusu. Ömrümde bir kez cenaze namazında bulundum, musalla taşını görünce şıp diye tanımamak bir kadın için anlaşılır bir şey. Hele de bir cami bahçesinde değilse. Sokakta duruyor musalla taşı. Masalar etrafına konumlandırılmış. İnsanlar gülüyor, sohbet ediyor, eğleniyor, eyleşiyor burada. Musalla taşının yanında. Zaman zaman onun üzerine bir tabut konuyor. “Caminin bahçesi yok, bu yüzden buraya konulmuş musalla taşı” diye anlatıyor eşim. “İlginç olan şu ki” diyor “insanlar burada bir tabut da olsa aldırmıyorlar, neşeli sohbetler devam ediyor.” “Bu kadarına pes doğrusu” diyorum. İnsan o taşın üzerine boylu boyunca cansız serileceğini bile bile nasıl güler, nasıl eğlenir, hoşça sohbet edebilir? Bir kez daha hayret ediyorum insanoğlunun neler yapabileceğini müşahede ederek.
Gençlik zamanlarında ailemle gittiğim bir piknik aklıma geliyor. Tedirgin olsam da ormanda mesire yerlerinde tek başına yürümenin dayanılmaz çekiciliğine karşı koyamıyorum. Fazla uzaklaşma diyor ağabeyim. Çayır alanı dolaşıyorum, ormanın derinliklerinden, gölgelerinden uzak duruyorum. Az ilerde bir başka aile görüyorum bizim gibi konuşup, gülüşüyorlar. Arkalarında bir taş var. Sarık biçiminde. Yaklaşıyorum, aileye bakmamaya, rahatsızlık vermemeye çalışarak. Muhabbete dalmışlar, yanlarından geçen liseli genç kızı fark etmiyorlar bile. İlgimi çeken nesneye yaklaşıyorum. Nedir bu? Osmanlı zamanlarından kaldığı belli bir mezar olsa gerek. Bir sarık, birkaç eski yazı. İnsanlar çay içiyor. İnsanlar şakalaşıyor, insanlar top oynuyor, müzik dinliyor. Hatta insanlar içiyor. Tam da mezarın yanına kurmuşlar kilimlerini, yaygılarını. Ama nasıl olur? Şaşırıyorum.
Zihnim daha yakın geçmişe doğru yol alıyor. 99 depremi. Bir uğultuyla uyanıyorum, uykum hafiftir benim. Sarsıntı başlamadan kapı eşiğine gelivermişim. Eşikte önce kelimeyi tevhid söylüyorum, sonra eşimin adını sesleniyorum. O hala uyuyor. Ne olduğunu anlayamıyor bağırdığımı duyunca. Koşarak yanıma geliyor. Müteakip günleri sokakta evimizin az ilerisindeki park alanında geçirmeye niyetliyiz. Ben eve dönmek istesem de eşim izin vermiyor. Hamileyim. Parkta battaniyeleri sermiş, oturuyoruz. Etrafımız insan seli. Arkamızda sağımızda insanlar bira içiyorlar, tavla atıyorlar. Bizi buraya sürükleyen ölüm korkusu değil mi? Şimdi bile nasıl içiyorlar? Eve gidelim diye tuturuyorum. Evimiz bu insanların yanından daha güvenli. Sarhoşlarla ölmek istemiyorum.
Annemle sohbet ediyoruz. Bana eskiden komedi filmlerini sevdiğini, çok güldüğünü, ama şimdi bizim kahkahalarla güldüğümüz ünlü komedyenlerin bile onu güldüremediğini söylüyor sıkıntıyla. Eskiden diyor arkadaşlarla sinemaya giderdik, film komik olsa da olmasa da biz grup olarak herşeye gülerdik. Neşe, kahkaha gençlerin işi diyor. Şimdi anneme göre hayatta kahkaha atacak hiçbir şey yok. Düşünüyorum. Yaşlılara kahkahadan el etek çektiren ne olabilir? Neden dünya ve içindekiler onlara bize geldiği kadar komik gelmiyor? Yaş kemale erdiği, gaflet azaldığı, ölüm yaklaştığı için olsa gerek diyorum. Lezzetleri acılaştırıyor ölüm diye zikrediyorum.
Babamın öldüğü günü hatırlıyorum. Ağabeyim uçağa atlayıp gitmişti, onu bekliyorlardı. Bizde adettir, ölen kişiyi oğlu yahut kızı yıkar. Babamı yatağında uyuyor gibi bulmuş ağabeyim. Her zamanki gibiydi diyor, sadece biraz alnı terlemiş, sonra boncuk boncuk soğumuş terler klimanın etkisi ile. Onu yıkamak için götürüyorlar. Ağabeyim içeri giriyor. Alnına la ilahe illallah yazılmış tütsü tarzı bir şeyle. Suyu döktüm, sonra alnından öptüm diyor. Mezarlığa gittik. Mezar odaları yapıyor Araplar. Yerin altına dört tarafı beton bir oda, zemini kum. Ölenleri yatırıyorlar oraya. Bir delikten aşağı merdivenle iniliyor. Babamı taşıyorlar. Yere kıble tarafına döndürüp yatırıyorlar. Yüzüne atmak için bir parça toprak alıyor ağabeyim, kıyamıyor önce, sonra atıyor toprağı kefeni açtığı kıble istikametindeki yüzüne. Amcam diyor ki, bu odada başka insanlar da var ama görmüyorsun. Çünkü kum zamanla onlar yutuyor. Dehşete kapılıyoruz. Ağabeyim “Hiçbir şey eskisi gibi gözükmedi o günden sonra gözüme” diyor. Bırakıp çıkıyor babamı, hayat devam ediyor. Ölüme bu kadar yakın olduktan sonra nasıl devam ederse…
Ancak insan imanla, bir farkındalıkla, duyarlılıkla, hayata dair dikkatli ve hikmetli bir okumayla, yahut kafasına balyoz gibi inen bir deprem, bir ölüm, bir felaketle farkına varıyor ki, bu dünya ve içindeki herşey gelip geçici. Gelip geçici olan elden çıkacak olan da insanı eğlendirmiyor. Akıp giden bir bantta, bir yürüyen merdivende gibi insanoğlu, duruyor sandığında bile durmuyor aslında. Elinden gelen sadece fotoğraf çekmek. Hiçbir şeyi toplayıp ceplerine dolduramıyor. Gözlemliyor, tartıyor, analiz ediyor, yargıda bulunuyor, yorum yapıyor ve gidiyor. Bir kelebek ömrü kadar hayatlar yaşıyoruz, doyamadan sevdiklerimize, ulaşamadan emellerimize göçüp gidiyoruz. Bu ancak tünelin ötesindeki ışığı görmekle teselli bulunacak, her hayat mertebesinde bir öncekinden daha hayattar olduğumuza inanarak rahat edilecek bir yol. Biz de duraksız, dinlencesiz yol alıyoruz.
Herkes için böyle değil elbette. Bu dünya hayatının oyun ve eğlencesine dalmış olanlar, kesrette boğulanlar, hevalarını ilah edinenler için ölüm hiçbir şey ifade etmiyor. Onlar için olsa olsa bir sivrisinek vızıltısı gibi rahatsız edici, uzak tutulması gereken bir unsur. Ölüm uzak olsun diye pencerelerine tel takıyorlar. Hayatı puslu görüyorlar o pencerelerden. Puslu görünen hiçbir şey hakikate dair söz söylemiyor. Her ikaz edici büyük haberin üzerine gaflet filiti sıkıp öldürüyorlar mesajı. Böylece derileri manda derisi gibi kalınlaşıyor. Sanıyorlar ki kalın derilerini ısıramayacak o sivrisinek. Unutmakla kurtulacaklar ölümden. Böylece mezarlıklarda piknik yapabiliyorlar. Böylece musalla taşının yanında kahve höpürdetip kızlara bakabiliyorlar. Bu yüzden kahkaha atıp ucuz şöhretler peşinde koşuşturuyorlar. Onlara gökten bir mucize indirsen, ayı yarsan, semaya merdiven dayasan boş, inanmayacaklar. İbret almayacaklar. Ölümü kuşanmayacak, asla o camiye girip namaz kılmayacaklar. Tatil köylerinde kuş sesleri, dalgaların kıpırtıları duyulmayacak, bas bas bağıran müzikler dinleyecekler. Tüm melekleri susturacak, tüm çiçekleri solduracaklar. Ölümü kalplerinden çıkarmış olanlar eninde sonunda birer Frankeştayn olup hepimizi zarara sokacaklar.
Herşey anlamlı kılan, insana gerçek mahiyetini bildiren ölüm meleği için derinizin kalın ya da ince olması birşey ifade etmez. O herkesi sımsıkı bir kavrayışla yakalar. Onun kabzası rabıta-ı mevt yapmayanlara çok dar gelecektir. Geç olmadan mezarlıklara, musalla taşlarına, kefen bezlerine, hastalıklara, kazalara, vefatlara dikkat edin! Zira o hiç de habersiz gelen bir ziyaretçi değil. Öyleyse biz kulaklarımızı iyice açalım. Ölümün ayak seslerini dinleyelim. Her gün biraz daha öldüğümüzün idraki içinde yol alalım. Musalla taşını gözümüzün önüne sık sık getirelim. Olsun varsın, lezzet acılaşsın, ağzımızın tadı bozulsun. Yeter ki hayatla sahici bir ilişki kuralım, yeter ki ahiretimiz bozguna uğramasın.