HAZRET-İ ÖMER’İN ihtida hikayesini bilirsiniz. İslam tarihi kaynakları Hazret-i Ömer’in Cahilliye devrinde yaşadığı iki olaydan birinin kendini hüzünlendirdiğini, diğerinin de güldürdüğünü aktarır. Hz. Ömer’i güldüren olay Cahilliye devrinde sefere çıkmadan önce kafirlerin helvadan put yaptıklarını, acıktıklarında bu putları yediklerini hatırlamasıydı. Onu hüzünlendiren olay ise yine Cahilliye devri adetleri uyarınca kızını diri diri toprağa gömeceği mezarı kazarken öldüreceği kızının, babası Ömer’in alnındaki terleri silmesini hatırlamasıydı.
Adalet Kur’an’ın 5 temel kavramından birisi. Evet Cahilliye Ömer’i büyük bir zulmü irtikap ederek kızını diri diri toprağa gömmek suretiyle ölüme mahkum etmişti. Oysa Ömer Kur’an’ı dinleyerek ihdiha edip, Hz. Ömer unvanını aldıktan sonra, o Kitap ona öyle bir hak, hukuk ve adalet anlayışı vermişti ki, adil bir hükümdar ve makul bir hakim olarak tarih sahnesinde yerini almıştı. Bunun içindir ki o tarihten günümüze kadar milyonlarca insanın zihninde adalet ve Hz. Ömer isimleri birbirlerinin mütemmim cüzü gibi algılanır hale gelmişti.
Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asırdaki manevi mucizesi. Bediüzzaman’ın tabiriyle Risale-i Nur’un mesleği Ömeriyye. Zira Risale Hz. Ömer’in meşrebini takip etmiş. Bu içindir ki adalet Risale’nin en temel unsurlarından birisidir.
Risale’yi 1990 yılında lise-2’de Kırklareli’de tanıdım. O günlerde başımdan geçen bir olay, hatırladıkça aradan geçen bunca zamana rağmen beni hala Hz. Ömer’i hüzünlendiren olay gibi hüzünlendirir. Samimiyetine güvendiğim, samimiyetime de güvendiğine inandığım Ahmet adında benden 2 yaş küçük halis bir nur talebesi kardeşim vardı. Ben Üniversiteyi okumak üzere Kırklareli’nden ayrılmıştım. Ama Kırklareli’deki Risale hizmeti ve Ahmet ile olan irtibatım devam ediyordu. O yıl Ahmet üniversite sınavına girecekti. Meşveret kararı uyarınca Ahmet’e Risale hizmeti adına daha hayırlı olacağı düşüncesiyle Hukuk Fakültesi yerine ona nispetle 50 puan düşük olan bir okulu yazması yönünde telkini aşan bir manevi dayatmada bulunduk. Ahmet bizim tercihlerimiz doğrultusunda tercihlerini yaptı. Ahmet sınava girdi. Bir müddet sonra sonuşlar açıklandı. Ahmet, sınavdan Hukuk Fakültesine girecek bir puan aldığı halde 50 puan eksik olan -tam da bizim istediğimiz- bir okulu kazanmıştı. Oysa arkadaşlarımızın çoğu o dönem Hukuk Fakültesinde okuyordu. Şimdi beraber Risale hizmeti yaptığımız bu arkadaşlarımızdan çoğu hakim, savcı veya avukat oldu. Ahmet ise daha düşük bir ekonomik güç ve statü ile hayatını devam ettiriyor. Ahmet’in bu durumunu düşündükçe haksız hüküm vererek birinin mağduriyetine ve mahrumiyetine neden olmuş hakim hüznü yaşıyorum. Bundan mıdır, nedir, bir süredir mahkum ve hakim kavramlarının bendeki karşılıkları üzerine kafa yoruyorum. Hakim kim, mahkum kim, mahkumiyet ne demek vs...
Hepimizin bildiği üzere, mahkumiyet, insanın yaşam alanlarının daraltıldığı veya sıkışan ilişkilerin hayata yön verdiği toplumlarda toplumu oluşturan bireylere karşı bazen başkalarının, bazen de kişinin kendi kendisine takındığı bir tavrın sonucudur.
Mahkum edilen kişi bu durumun sonucu olarak bir dizi mağduriyetin veya mahrumiyetin içinde bulur kendini. Bu durum kişinin mahkumiyetine neden olan kişi ile bu duruma neden olan olayların türüne göre değişiklik gösterir.
Gerçekte toplumda birini mahkum etme yetkisi sadece hakime verilmiştir. Hakim yazılı ve yazılı olmayan örfi hukuk ile vicdanının birleştiği noktada kararını vererek sanık pozisyonunda olan kişiye cezai müeyyideyi uygular. Bu tür mahkumiyet haklı nedene dayalı bir mahrumiyetler silsilesi olarak karşımıza çıkar. Fakat devlet idaresi yozlaşan toplumlarda hakim sıfatının yerini çoğu kere “hakim güçler” alır. Hakim güçler “Hakim” bile olsalar verilen hüküm hukukla bağdaşmaz. Bu durumda verilen hükmün sonuçları sadece mahrumiyet ile sınırlı kalmaz; mağduriyeti de kapsar.
Mahkumiyet, haklı nedenler olmaksızın başka kişi veya güçler tarafından uygulanan bir cezai müeyyide olarak karşımıza çıktığı takdirde, mahkumun toplumu oluşturan diğer bireyler tarafından bir kahraman gibi algılanması kolaylaşmaktadır. Dolayısıyla görünüşte mahkum edilen kişi bir süre sonra toplumun vicdanında hakim irade olarak etkili olmaya başlamaktadır.
Bir toplumda kişi sadece başkaları tarafından mahkum edilmez. Kişi bazen de kendi kendini mahkum eder. Bu tür mahkumiyette “hakim” kişinin kendi nefsidir. Nefsinin emirlerine teslim olan kişi özgürlüğünü kaybeder. Böyle bir mahkumiyette hem mağduriyetten hem de mahrumiyetten bahsetmek mümkündür.
Peygamberimiz döneminde ölüm cezasını gerektiren suçlar ile şeriatta ve örfi hukukta cezası açıkça tanımlanmış fiiller dışındaki suçlarda müeyyide olarak bir kişiye verilebilecek en büyük ceza sürgün ve halkla konuşmaktan men edilmek şeklindeydi. Zamanla genişleyen İslam coğrafyası zindanları ve cezaevlerini doğurdu.
İslam tarihi günümüze kadar mahrumiyet ve mağduriyet merkezinde haklı veya haksız nedenlerle bir çok mahkumiyet olayına şahit oldu. Bediüzzaman ve Ebu Hanife gibi bir çok İslam büyüğü ömrünün bir kısmını haksız sebeplerle hapishanelerde geçirmek zorunda kaldı. Bu gün de bir çok İslam büyüğü aynı gerekçelerle dünyanın dört bir tarafındaki hapishanelerde ömürlerini geçiriyor.
200 yıldır toplumsal çalkantılar yaşayan bir cemiyetin fertleri olarak bizler, hayatımız boyunca bazen mahkum, bazen de hakim konumunda hükmeden kişiler olduk. Ama, Devletin resmi görevlisi hakimler dışında hangimize sorarsak soralım, hemen hemen hepimiz şu hayatta hep mahkum olduğunu söyler. Hatta bazımız işi abartarak kendine “kader mahkumu” sıfatını bile yükler. Oysa gerçek anlamda hemen hiçbirimiz haksız nedenlerden dolayı başkalarını mahkum ederek onların mağduriyetine ve mahrumiyetine neden olduğumuzu kabul etmeyiz.
Her ne kadar şiirlerde “Garibim, düğünümde kimse oynamaz / Garibim, cenazemi kimse kaldırmaz” desem de hayatıma dönüp baktığımda hayatıma mahkumiyetten ziyade hakimiyetin hakim olduğunu görüyorum. Şahsi hayatımda nefsime teslim olarak bir dizi günahı işlediğimi de bir kenara koyuyorum. Yine aile, yakın çevre ve dostlarımla ilgili başkalarına yaşattım mahkumiyetleri de bir kenara koyuyorum. Keza meslek hayatımda bir çok kişinin işini yerinde ve zamanında yapamamaktan dolayı o kişilerin mahrumiyetine ve mağduriyetine neden olan bir mahkumiyet halini onlara yaşattığımı da bir kenara koyuyorum. Ama Risale hizmeti ile ilgili hususlarda başkalarına yaşattığım mahkumiyetleri bir kenara bırakamıyorum.
Risale-i Nur’u Lise yıllarında Kırklareli’de tanıdım. Doğup, büyüdüğüm topraklar ortalama bir Anadolu şehrindeki din algısının ve birikiminin çok çok uzağında idi. Lise seviyesindeki bir kişinin namaz kılıyor olması ancak imam hatip lisesinde okumakla açıklanabilecek bir durumdu. Böyle bir şehirde Risale hizmeti yapmak tam anlamıyla bir “ilkti” diyebilirim. İlk yapıp, en mükemmel yapmak sadece Muhammed Mustafa’ya (sav) mahsus. Tahmin edeceğiniz gibi “ilk” olmanın handikapları gençlikle birleşince bütün acemilikleri yaşadık ve bazı kişilere istemeden de olsa mahkumiyet duygusunu yaşattık. Bu mahkumiyet kimisinde mahrumiyet, kimisinde mağduriyet olarak uç verdi.
Risale hizmetinde ben ve arkadaşlarımın başkalarına yaşattığımız o kadar çok mahkumiyet vakası var ki. Mesela Risale’yi tanıtma işinde seçici davranıp, Abese süresindeki uyarıları hak eder davranışlarda bulunduk. Kendimizce kafamızda bir tebliğ listesi oluşturduk. Listenin başına Risale’yi daha çabuk anlayıp kabul edecek kişiler yerine okulun zeki, çalışkan ve parlak öğrencilerini koyduk. Dolayısıyla istemeden de olsa bazı kişilerin Risale’yi geç tanımasına veya hiç tanıyamaması neden olduk. Tabir yerindeyse o kişileri Risale’den mahrum ettik. Nitekim daha sonra çok halis bir Nur talebesi olan bir kardeşimin Risale’yi ona zamanında tanıtmadığımdan dolayı bana sitem ettiğine şahit oldum. İhtimal ki bunun gibi mahrumiyet içinde çok mahkumiyet yaşatmışızdır başkalarına.
Öte yandan güya meşveret kararıyla okulumuzda aynı sıraları paylaştığımız bir kardeşimize “Bizim medreseye (dershaneye) gelme” diyebildik. Bir başka kardeşimizi Bediüzzaman’ın Kürt tarafını öne çıkardığı gerekçesiyle cemaatten attık (!). Bir başka lise talebesi kardeşimizi “ajan” olduğu şüphesiyle dışladık. Dolayısıyla bu sefer de bir çok kişiye mağduriyet içinde bir mahkumiyet yaşattık. Oysa ne mağdur ettiklerimizin ne de mahrum ettiklerimizin bizden başka gidecek hiçbir yerleri yoktu.
Yukarıda bahsettiğim mahkumiyet hikayelerini çoğaltabiliriz. Bununla beraber –nur talebesi ağabey ve kardeşlerin samimiyetinden olacak- izn-i ilahi ile o şehirde o güne kadar rastlanılmamış ölçüde bir çok kişinin Risale ile tanışmasına ve namaza başlamasına vesile olduk.
Murathan Mungan “Biz büyüdük / Kirlendi dünya” diyor ya, günler geçti ve bizler büyüdük. Ama hatalarımızda bizimle beraber büyüdü ve kirlendikçe kirlendik. Lise yıllarında Risale hizmetinde yaptığımız hatalar, içinde acemiliği barındırdığı için affedilebilir tarafı vardı. Ama, işte, büyüyünce insanın affetme yetisi azalıyor ve affedilme ihtimali de azalıyor. Onun için büyüdükçe daha dikkatli olmalıydık. Oysa ihlas ve uhuvvet prensipleri içinde yeterince dikkatli davranamadığımız durumlar oluyordu. Bu hatalarımız daha çok farklılıkları derinleştirmek, ihtilaf çıkaran hususları körüklemek şeklinde oluyordu. Etrafımızdaki kişileri Risale ile hiç de bağdaşmayacak şekilde yok yere kapı dışarı ediyorduk. Birbirimizi yeterince hazmedemiyorduk. Başkalarına sevgi ve hoşgörü ile, bu hizmetteki kardeşlerimize şüphe ve öfke muamele edebiliyorduk. Yine, başkalarına karşı demokrat, kendi kardeşlerimize karşı müstebit davranabiliyorduk. Bundan dolayı bize şefkatle dost ve arkadaş olabilecek bir çok kardeşimizi kaybedebiliyorduk. Ama görülmesi gereken hizmetler de vardı. O zaman da bu hizmetleri dışarıdan satın almak zorunda kalıyorduk. Örneğin Risale’nin bir hususunda bizim gibi düşünmeyen bir kalem erbabını bir kalemde silip atabiliyorduk. Bu kişilerden bazıları ihlas ve uhuvvet prensipleri çerçevesinde sorunlara yaklaşarak yazmaya devam edebiliyordu. Ne var ki bazıları kendilerine yapılan bu haksız muameleyi kaldıramayıp küsüyor ve elinden kalemi bırakıyordu. Dönüp baksak maziye dün Risale ilgili yayın organlarında yazılar yayımlanan onlarca yetenekli kalemin “Ölü Ozanlar/Yazarlar Derneği” üyesi olduklarını görebiliyorduk. Öte yandan diğer bazıları bu durumu sindiremeyip, zaman zaman fevri çıkışlarda bulunabiliyor ve bu sefer gerçekten Risale hizmetine zarar verebiliyordu. Bu kişileri Risale’yi bizim anladığımız gibi anlamamakla mahkum ederken, aslında onları, bize ihanet etmeye mahkum ediyorduk. Bu kişiler Risale ile ilgili çalışmalarını Risale ile ilgili ürünler yayımlayan yayın organlarında yayımlayamadıklarından zamanla Risale ile ilgili yazılar yazmamaya, bunun yerine bizim pek de hoşlanmadığımız, hatta bazen çok ağır eleştiri ve gıybetlerde bulunduğumuz başka kişi, cemaat veya kurumların yayın organlarında bu kişi, cemaat veya kurumlar üzerine yazılar yayımlamaya başlıyordu. Öte yandan dışarıda hayat devam ediyordu ve mahkum ettiğimiz kişilerin görevlerini birilerine yaptırmak zorundaydık. O zaman Risale’nin ne dili ile, ne de ruhu ile bağdaşmayan bir çok yabancı yazarı transfer etmek zorunda kalıyorduk. Her halükarda, hakim de, mahkum da kaybediyordu. Her halükarda sureten de olsa yabancı yazar bize “el” olmaktan çıkıyor, evimizin bir parçası halini alıyordu.
Bu açmazları ve mahkumiyetleri sosyal sahada da yaşıyorduk. Bizler özelde Risale’yi, genelde İslam’ı kendi ipoteğimizde görüyor ve başka cemaatlerin veya cemiyetlerin yaptığı hizmetleri hoş göremeyebiliyorduk. Bu da yetmiyor, kendi cemaatimizden birçok kardeşimizi Risale mesleğine veya İslam’a uygun hareket etmediği gerekçesiyle kapı dışarı edebiliyorduk. Kendimiz bir hizmet yapmadığımız veya yapamadığımız gibi, bu kişileri de “ortada” bırakıyorduk. Tabir yerinde ise bu kişileri eleştirdiğimiz filanca ağabeyin cemaatine, filanca hocanın cemiyetine mahkum ediyorduk. Risale açısından bakıldığında belki gerçekten de bu cemaat ve cemiyetlerde eksik veya fazla noktalar vardı. Belki bu kişiler gerçekten Risale ve İslam ile uyumlu olmayan hal ve hareket içindeydiler. Ama eksiği söylemek yetmiyordu işte. Eksiği tamamlamak, fazlayı çıkarmak, bunu yaparken de her şeyden çok kapsayıcı ve kuşatıcı olmak, ama asla dışlayıcı olmamak gerekiyordu.
Mahkumiyet nedenlerinden bir diğeri de siyasi meselelerde idi. Kendi siyasi fikrimizde o kadar taaasup halinde idik ki bir başka siyasi partinin ne varlığına, ne de o partiye bir müminin oy vermesine tahammül edebiliyorduk. Desteklediğimiz parti, parti olarak veya parti üst düzey yetkilisi olarak defalarca çuvalladığı halde, İslam’a ve Risale’ye zarar verdiği ortada olduğu halde o partinin ardında durmaya devam edebiliyorduk. Öte yandan, bazen, Meclis kürsüsünde milletvekili dul bir kadına “Bu kadına haddini bildirin” diyen bir parti başkanına oy verebiliyor, ama bizim savunduğumuz bir çok değeri savunan dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan bir başka siyasi partiyi oy vermeye layık görmüyorduk. Keza kendimizi Fatih’in torunları olarak tarif ederken, yıllarca namazda saf tuttuğumuz kardeşlerimizi Bizans’ın torunları olarak niteleyebiliyorduk. Hasılı hemen her seferinde hep mahkum ediyorduk. Sağı-solu belli olmayan bir partiyi ve onun liderini savunayım derken, insanları bir sol partiye ve onun liderine mahkum ediyorduk. Fazileti faziletten yoksun bir üslup ile savunuyorken, insanları pek de sütten çıkmış ak kaşık olmayan bir başka partiye mahkum edebiliyorduk.
Sonuçta hayata devam ediyor. Geçmişimize baktığımızda Hz. Ömer gibi bizi güldüren ve hüzünlendiren olayları hatırlayabiliyoruz. Risale’de bahsedilen Ömeriyye meşrebine uyamadığımız zamanlarda hatalarımız da bizimle birlikte büyüyor. Böyle anlarda, bazen hakim koltuğunda, bazen de mahkum sandalyesinde oturmaya devam ediyoruz. Ama şimdi mahkeme duvarlarında Risale’nin sesi yankılanıyor:
|8Yol ol, yoldaş ol, ama yola taş koyma.
Kapı ol, pencere ol, ama duvar olma.
Kuşatan ol, kuşatılan ol, ama dışlayan olma.
Mahkum ol, mağdur ol, ama mahkum eden olma....|9