Ne tuhaf şey şu özlem

Mona İslam

KÜÇÜK BİR kızdım, ara sıra gözlerim dolardı nedensizce. Bir bahane bulabilirsem bağıra çağıra, bulamazsam gizli gizli ağlardım. Bulutların gökyüzünü sarması gibi sarardı özlem sadrımı. Babamı özlerdim. Söyleyemezdim. Söylediğimde “Seni özlemeyeni niçin özlüyorsun?” cevabı ile karşılaşırdım çünkü. Bu soru bana özlememeyi öğretmedi, ama özlemimi saklamayı öğretti. Anlayamazdım, benim içimde büyüyen bir duygunun neden başkasından beslenmesi gerektiğini, neden özlemin karşılıklı olması icab ettiğini. Susardım…

Sonraları büyüdüm, genç kız oldum, içimde iyice yerleşmiş özlem duygusu derinlere indi. Katlanarak büyüdü. Bir adamı üç yıl özledim. Bu kez özlem karşılıklıydı. Ama yine özledim diyemedim. Bu kez özledim demek ayıptı çünkü. Yine anlayamazdım özlemenin nesi ayıptı. Ama bu konuda bir ağız birliği vardı. Dudaklarından yabancı bir adamın adı asla dökülmemeliydi. Eskaza bir yerlerde derin derin iç çeksen, uzun nutuklar başlardı. Bana bu nutuklar Musa’nın kırk gün Sina’da kalışı gibi uzun gelirdi, ama ne çare ablalar bunu gerekli görürdü. Ancak ben o adamla evlenince sustular. Zaten evlenince özleyecek bir şey de kalmamıştı.

Yaş ilerledi, koskoca kadın oldum. Tüm ayıplamalara, nutuklara, karşılık görememelere rağmen değişmedim ben. Bazen beni özleyenleri, çoğu zaman özlemeyenleri özlemeye devam ettim bir müptela gibi. Yok, öyle inadına bir sabit kalma çabası değildi benimkisi, becerememekti değişmeyi. Belki öğüt verenler haklıydı, değişebilseydim daha az hüzünlü bir kişilik olup çıkacaktım. Ama ben hüznü de yağmuru sevdiğim gibi sevdim sanırım. Yağmurla çocukların söylediği “Arap kızı camdan bakıyor” saçmalığından nefret etsem de. Cebimde biriktirdiğim tüm özlemlerle beraber yağmura diktim gözümü hep. Yağmur hüznünü hiç gizlemezdi, yağmur duygularını açığa vurmaktan hiç çekinmezdi. Ben de yağmur gibi olmak isterdim.

Özlem başlıbaşına bir meseleydi, kavuşmak onu çözmüyordu, özlem yine başka bir suret giyip karşınıza dikiliveriyordu. Özlediğiniz herkesle tek tek kavuşmak da mümkün değildi. Ayrıca birilerine kavuşmak, birilerinden ayrılmayı da gerektirebiliyordu, aynı anda her yerde olmak gibi bir gücümüz de yoktu. Annesi ile babası arasında sıkışıp kalmış çocuk gibi umutsuzdum hala. Özlem bitirilemiyordu. Devası yoktu. Bu buldum dediğinizde kaybettiğiniz seraplar türünden bir şeydi, el hak öyleydi…

Hala özlediğim birileri var elbette, “Özlem” olmalı imiş benim adım derim zaman zaman. Belli ki yanlış koymuşlar adımı. Burnumda tüten uzak yakın bir sürü sevdiğim var. Elimin daima telefona gittiği, yahut belki rüyamda görürüm diye heves ettiğim insanlar. Bunu söylediklerim ve söylemediklerim. Fakat yakın zamana kadar fark edemediğim şu imiş ki, ben hakikatte sadece özlüyormuşum. Evet, yalın bir özlem hissinden söz ediyorum. Nesnesi olmayan bir özleme olur mu hiç demeyin? Özlemek geçişli bir fiil biliyorum, illa bir nesnesi olmalı, ama yok işte. Bu bir bilmece sanki, çözülünceye kadar adamın yakasını bırakmayan. Öyle yoğun bir zikir gibi dökülüyor ki dudaklarımdan kimi zaman “Seni çok özledim” sözü, “kimi?” deyip şaşırıyorum ben de kendime.

Özlemimin nesnesi kim olabilir ki? Ömrümce farklı insanları özledim ben. Kimini az kimini çok ama hep değiştiler. Sabit değildiler. Özlemime ancak bir tiyatro dekorunun sahnede kalış süresi kadar eşlik ettiler. Ancak atıştırılan cipsler kadar karın doyurdular, sonrası yine açlık yine susuzluk. Çaresiz yenisiyle değiştiler. Ama özlem sabitti. O bir gerçekti. İçimdeydi. Çocukluğumdan beri üzerime yapışmış bir duygu olduğuna göre de gayri fıtri olamazdı.

Acaba ben Allah’ı mı özlüyordum. Aslında her nesnede değişmeyen sabit olan şey O muydu? Benim ona, buna, ötekine gönül vermem, her birine hatırı sayılır gözyaşı dökmem O’nun için miydi? Ahmet’te, Mehmet’te, Ayşe’de, Fatma’da özlediğim neydi? Aralarındaki tek ortak nokta benim onlarla birlikteyken hissettiğim yakınlık ve muhabbetti. Hiç biri birbirine benzemiyordu. Hiçbiri bir diğerinin sevgisinden çalmıyordu. Her biri kendine has bir yere oturuyor, adeta rezervasyonu önceden yapılmış gibi hayatımda bir yere kalıcı olarak yerleşiyordu. Hiç birinden vazgeçilemiyordu. Her biri özel ve anlamlı bir yer tutuyordu. Özlediğim şey bunların bütününde olmalıyı. Tamamladıkları puzzle’a bakmalıydım. Hepsi bir ağızdan bana birinin adını söylüyor olmalıydılar. Çıkardıkları ses, söyledikleri şarkı melodi her ne ise, tek bir notası bile eksik olmamalıydı. Kimi daha güçlü bir sesle, kimi bir mırıltıyla söylüyordu şarkıyı, kimi solo giriyordu, kimi vokaldeydi, ama hepsi topluca aynı kişiye işaret ediyorlardı kuşkusuz, Allah’a.

Zihnim bir el yordamı ile de olsa bulabilmişti bunu. Ama ben asla zihnin bulduklarıyla yetinebilen, tatmin olabilen, onlarla yaşayabilen biri olmadım. Kuru kuruya yapılmış ontolojik analizler, ne kadar esaslı ne kadar mantıklı olurlarsa olsunlar beni doyurmadılar. İflah olmaz romantikler daima kalplerini dinler, akıllarını beş dakikada harcayıverirler benim gibi. Bu yüzden, ben hep kalbime baktım. Kalbim bana ne diyordu? O birine işaret ediyor muydu? Özlem nesnemi bulabilmiş miydi o? Bana kalbime dokunacak bir cevap lazımdı. Zira kalbe bir kez dokunan biri yahut bir şey asla unutulmaz, izi asla kaybolmazdı.

Basiretle sadrımın derinlerine bakınca en çok özledim diyebileceğim kişiyi bulmuştum. Muhammed-i Arabi (asv) . Kuşkusuz o dolduruyordu kalbimi, onun sesi tüm sevdiklerimden gür çıkıyordu. Başka bir sese mahal bırakmıyordu. Başka bir işaret istemiyordu insan onu görünce, hakkal yakin biliyordu ki o tüm özlemlerin toplamıydı. Hiçbir şey yoktu ki onun gibi kalplerde yer tutsun, onun kadar baş döndürücü bir muhabbetle kendisine pervane olunsun. İnsanın kalbine kimse onun gibi dokunamazdı. Hiç kimsenin ellerinde o kadar emniyette olunamazdı. O herkese bedeldi, o bana yeterdi. Her düştüğümde yanıma gelen oydu, gözünü üzerimde sabit tutan da o. Daha azına gönlüm hiç razı olmamıştı. Bir şeyler eksik duygusu hiç yakamı bırakmamıştı. Özlem Muhammed-i Arabi’de son buluyordu. Yahut ben ondan öteye gidememiştim. Uruc kabiliyetim bu kadardı. Belki yolun devamında bana o eşlik ederdi. Ben ancak ona kadar gelebilmiştim. Beni boş çevirmeyeceğinden emin, dizinin dibine çöküvermiştim. Onunla Medine’ye gidişi umut edivermiştim bir kere…

Güneşe bakamadım. Ay bana kafi geldi. Bundan sonrasını yine aklımın eline verdim. O bana şöyle dedi: “ Madem o her sevgiliden öte, madem en çok onu seviyorsun, madem özlemini ancak o giderebiliyor, o halde onun işaret ettiği Zata bak, Muhammed-i Arabi’nin ardında görünen gerçek hasretin O’dur.” Kendin gidemesen de o seni O’na götürecektir…

Artık ne zaman içimden birisi için “Ah bir bilsen seni ne çok özledim” geçse, ne zaman elim telefonlara, kalbim rüyalara, ruhum kabir alemine uçup gitmek istese. Özlem nesnemi değil onun adını söylerim. “Efendim seni çok özledim.” Ve dilerim ki bu ikrar zamanla kalbime de işler de gayrı değil ancak onu özler hale gelebilirim. Biliyorum ki fıtri haller yok edilemezler sadece yönlendirilebilirler. Ben de tüm özlemlerimi ona yönelttim. Her sevgilinin adını Muhammed Mustafa (sav) koydum.

Umudum var, çünkü dilin kalbi değiştirdiğini işin ehlinden öğrendim. Umudum var, çünkü her yıldızın ardında sönük kaldığı ayın varlığını hissettim. Umudum var ki bir gün o aya ziyasını veren güneşi de hissedebilirim.

Bir gün tüm özlemlerin bittiği diyara gideceğiz, ne büyük mutluluk….

Bir gün Muhammed-i Arabi (asv)’ın dizi dibinde oturacağız ne büyük kısmet…

Bir gün Rabbimizi göreceğiz. Ne büyük tenezzül…

  18.06.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut