Dokuzuncu Rica:
Bize Mektuplarımızı Okutmuyorlar

Bir mektup okurken Mareşaliya’ya selam niyetine söylenen sözlerdir.




...BİR hata yapmak istedim ve bu mektubu yazmaya karar verdim...


bir mayıs

Söze nereden başlayacağımı bilemiyorum. Ne zamandır “Mektuba nereden başlarsam beni en iyi anlayabilir?” diye düşünüp duruyorum. Seninle olan ilişkimizde hemen her zaman sen belirleyici olduğun için, burada da vurgu senin üzerine olursa isabetli olacağını tahmin ediyorum. Ben çok az da olsa kendimden de bahsedeceğim. Ama kendimden bahsederken sadece kendimin sana bakan yüzlerine değineceğim. Zaman zaman ikimizi birer ayna gibi birbirimize tutacağım. Birbirimizin aynasından birbirimizi yorumlamaya ve karşılaştırmaya çalışacağım. Aşk karşılıklılığı ve karşılaştırmayı kabul etmez şüphesiz. Ne var ki insan bazen her ilişki de olduğu gibi aşkta da bundan kaçınamıyor. Bazı karşılaştırma ve tespitlerde bulunurken seni kırmamaya çalışacağım. Yine de bu hassasiyetimi mektubumun tamamında devam ettiremeyeceğimi tahmin ettiğim için daha şimdiden oluşacak tatsızlıklardan ve yanlış anlamalardan dolayı özür dilemeyi üzerime bir borç biliyorum.

Mektubuma şöyle başlamam gerekiyor galiba: “Nereden başlarsam beni yanlış anlamaz...” (Nereden başlarsam başlayayım beni yanlış anlayacaksın ya neyse. Yanlış anlamasan da doğru anlayamayacaksın zaten. Zira yanlış anlamamak, doğru anlamak anlamına gelmiyor her zaman.) Bilemiyorum. Belki de en iyisi ilişkimizde ilk defa ben Mustafa Oral gibi olayım ve kafama göre takılayım. Senin kızmanı ve küsmeni takmayayım.

Yazacağım dedin, bir güneş gibi önüme geçtin. Her zaman önümden gitmek hevesinde ve istidadında olan sen, bu mektup meselesinde vaatten öte bir şey yapmadın. Beni heyecana getirdin. “Madem o bana yazacak. Ben de ona yazayım” dedim başladım mektuba. Günler geçti. Senden ne bir mektup var, ne de bir haber. Şimdi ben çırılçıplak kaldım mektupsuz. Sana ben onlarca mektup yazdım. Sen hiç mektupsuz kalmadın. Sen nereden bileceksin mektupsuz kalmanın ne demek olduğunu. Neyse... İşte şimdi dul bir kadın gibi, yetim bir çocuk gibi, şiir kabiliyetini yitirmiş bir şair gibi ortada kalakaldım. Ortada ne sen varsın, ne senden bir mektup, ne de bir haber.

Güya ben, bu mektupla seni sana anlatacağım. Güya sana kendimi anlatacağım. Oysa gölgenin güneşi anlatması ne kadar mümkün; gölgeden hareketle güneşi bilmek ne kadar... Ama bir zaman da olsa gölgede kalan kendini tanımlamak, tanıtmak, hatırlamak ve hatırlatmak zorunda değil midir? Zahir; güneş zaten zahir... Sen benim söylediklerimin dışında ve üstünde bulunmana rağmen, ben senin bildiklerinin içinde, ortasında, tam merkezindeyim. Senin marifet deryanda ben sadece bir damlayım. Ben senin bir damlan olduğumu biliyorum. Kendim için söylediklerimin benim dışındaki şeyler olmasından korkmaktayım. Korkumu ödüllendirmeni umuyorum. Ve şöyle demeni de: Burası korku dergahı değil. Varlığın gülden meyhanesi.

Yazmak zorundaydım sana... Çünkü yazarken üzerine yağmur tanesi gibi çisil çisil yağmış gözyaşlı bir mektup ancak anlatabilirdi beni sana, seni bana.

dört mayıs

Zaman zaman söylediğim gibi sen benimle ve bütün kainatla olan ilişkinde kendine engel olabiliyordun. Ama engeller çoğu kez seni engelleyemezdi, istediğini elde etmene bir şey diyemezdi. Hayat ve içindekilerle olan ilişkinde belirleyici olan hep sendin. İstediğini yapardın yada yaptırırdın. İstediğini söylerdin. İstemeyince kimse seni söyletemezdi. İstemediğinde kimse sana bir şey söyleyemezdi. Her ikisinde de terazi senin elindeydi. Kalbini nereye yüklesen o yönde değişirdi dengeler. Benim dengim de, dengem de olabilecekken, her seferinde her şeyde olduğu gibi dengeleri hep kendine göre ayarlardın.

Kimileri güneşe doğru yürürdü, ardında kalırdı gölgesi. Bazıları güneşi ardına alırdı, önüne düşerdi gölgesi. Bazıları güneş olurdu, diğer bazıları gölge. Sen her zaman güneş olurdun. Senin hep gölgen olurdu. Hiç gölge olmazdın. Seninle aydınlanırdı dünyanın bir yarısı. Sen karartırdın dünyanın diğer yarısını. Sen isteyince gündüz, istemeyince akşam olurdu. Sen gelsen bütün alem ışık bahçesi, gelmezsen bütün kainat kapkaranlık bir çöldü. Ben senin yanında bazen bir bahçe, bazen bir çöldüm.

Sen arkana güneşi asmış gibi son derece kendinden emin olarak ilerlerdin bu aşk seferinde. Gölgen öne düşerdi. Karşındaki ben, bana doğru geldiğini sanırdım. Çoğu kere sen bu hissimi bir anda ters yüz eden bir refleksle yönünü değiştirirdin ve gölgen arkana düşerdi. Sana muhatap olduğumu düşünen ben köprünün yarısında kalmış insan kararsızlığı çekerdim. İleri gitmek isterdim, yol uzun. Geri dönmek isterdim. Bu defa “Bunca aşk emeği heba mı olacak?”, derdim kendi kendime. Zaten gölgen benim hayalimden bile daha hızlı uzaklaşırdı benden. Yine de bu gölgenin beni güneşe çıkaracağını umar, yürür, yürürdüm.

Sen hem güneş olurdun, hem de güneşe göre şekil alırdın. Güneşin sırtını ısıtması gerektiğini düşündüğünde ona sırtını verirdin ve gölgende kendini tefsir ve test ederdin. Böyle olunca varmayı umduğun yere varabileceğinden daha evvel varırdın. Ben portakal ağaçları dikerdim geçeceğin yollara güneş niyetine. Vardığın, ulaştığın, erdiğin her yerde beni anmanı isterdim. Ardında bir gölge olmaktansa, önünde bir portakal ağacı olmayı öyle isterdim ki. Oysa ben bana, bir portakal ağacı olan bana yüzünü dönmeni beklerken, tenin gökkuşağının yedi rengine dönerdi. Sen hemen güneşe dönüverirdin. Yüzün güneşe dönerdi. Ardında renklerinden mavi bir gölge düzülürdü. Bir denizi bürünürdün, bir denizi giyinirdin. Sana - bir anda kendi içine bakışından deniz fenerine dönen sana - ulaşmak emelinde olan ben bin bir zorluk yaşardım. Senin için uyarladığım bin bir buluşma masalı kahramansız kalırdı. Masal sanki başka bir düğünü anlatırdı. Sen güneşe varırdın bir gelin gibi. Denizin bana kalırdı. Sen güneş olurdun, güneşin olurdun. Sen peşindeki denizin güneşi olurdun. Sen güneş olurdun, ben sönük ve sinik bir sis olurdum.

Senin anlayacağın hayallerde, rüyalarda, mektuplarda hep sen belirleyen, ben ve bütün kainat belirlenen olurduk. Sen güneş; ben ve kainat sönük bir gölge ardında.

yedi mayıs

Aşk, insanı dolaysız ilişkilere, perdesiz hareketlere, engellenemeyen samimiyete, tahammül edilmez sadakate sevk edermiş. Kendine rağmen, aşkı kendinden uzak tutmaya çalışmasına rağmen, aşk insanı hep su yüzüne çıkarırmış. Ne kadar saklasa da kendini (varlığını–aşkını), o hep açıkta dururmuş. Aşk insanı, insan evinde sere serpe yatarken, üstündeki örtüyü kaldırıverecekmiş gibi manalı manalı süzermiş. İnsan ne kadar çok sarsa kendini örtüye, o kadar çok sararmış insanı aşk. Daha fazla belirirmiş aşkın vücut hatları. Ben yıllarca sana karşı duyduğum samimiyetle ve sadakatle ulu orta dolaştım. Su yüzüne çıktım. Bütün vücut hatlarım açıktaydı. Sırlarım ifşa olmuştu. Sana karşı ne kadar çok zaafım varmış, bunu herkes anladı. Herkes sana aşık olduğumu fark etti. Herkes bana inandı. Herkes sana aşık olduğuma ve sana sadakat gösterdiğime inandı da, sanki bir sen inanmadın bana.

Sen de biliyordun ki aşka inananların mutluluğunu engelleyen tek şey aşka inanmayanların aşk yoksulu olmasıydı. Aşkı kerpiç ruhun menzillerinde belleyip, orada soluklananlar, ateşin göğsüne bütün varlıklarını atarak mutlu bir duman bulutuna dönerdi. Aşk dağının doruklarına uçarlardı. Ondan gelmek, ona dönmek gibi bir şeydi bu. İnsan aşktan önce bir yanını, bir yarısını kaybetmişti. Ne zaman diğer yarısını bulsa, özüne döner, aşkın kendisi olurdu. Demek yarısını bulan yarini bulurdu. Yarini bulan yarını ve yarınını. Zira tamamlanma duygusu değil miydi insanı yara, yaralara ve yarınlara götüren? Evet yoksulluğun en kötüsü aşkça yoksul olmaktı. Zenginliğin en güzeli de aşkça varlıklı olmak. İnanmaktı zenginlik. Aşka inanmaksa en büyük zenginlik. Ben sayende öyle inançlı, öyle zengindim ki. Ama sen güneş kadar ülkeye hükmetsen de zengin miydin benim kadar sanki.

Ben kendi içimde kendimi değiştirebileceğim, huzura ve sükuna erebileceğim ‘aşk’ gibi güçlü bir duyguya sahiptim. Aşkı her türlü dertten ve kederden kurtulmanın vesilesi kabul eden bir ruhun penceresinden bakardım hayata. Benim aşk hakkında hayatımın ve varlığımın yorumlayabileceği sezgilerim olmasına rağmen, varlıklarını tecrübe etmişliğim yoktu. Edebilecek cesaretim de. Zaten hayat hakkında yorumlayamadığım bilgilerim vardı aşk gibi; bilgilerimle açıklayamadığım yorumlarım vardı sen gibi.... Ama bu servetimden pek de bir şey kaybettirmezdi herhalde değil mi?

Aslında senin de aşk karşısında zenginliğini hatırlatır şeylerin yok değildi. Ama galiba sen zenginlikle hakim olmayı karıştırıyordun. Bir şeye sahip olmak, her zaman o şeyden istifade etmek anlamına gelmez ki. Kör, sağır, dilsiz bir adamın engin bir bahçeye sahip olmasına rağmen ondan istediği gibi istifade edememesinde olduğu gibi, aşka ve aşığına hakim olmak her zaman onlara sahip olmak anlamını da taşımaz ki. Evet itiraf etmem gerekirse sen aşka ve bana hakimdin ve benim rüyalarım, dualarım, mektuplarım sana mahkumdu. Ben sana karşı bir çok aşk savaşı açtım. Ne var ki her seferinde sana mahkum oldum. Sen fetihlerden fetihlere koştun. Bütün kalelerimi sana terk etmek zorunda kaldım. Bütün kalelerimi sana terk ederken, ilk defa kaybederken kazanmanın ve servetine servet katmanın hazzını yaşadım. Evet sen üç defa bu aşk savaşında beni mağlup ettin. Benim üzerinde ancak üç savaş kazanan komutanlara verilen bir rütbe olan Müşirliği kazandın. Sen aşkta benim üzerimden terfi ettin ve rütbelerin en büyüğü olan Müşirliği kazandın. Müşir Mareşal demektir ya; sen buralarda şimdilerde “Kadın Müşir” anlamında Mareşaliya olarak anılıyorsun.

Hatırlıyor musun bir aşk cenginde sen karargahını gül ağacının yapraklarına kurmuş, savaşı oradan idare etmiştin. Ben rüyalarımı yeniçeri, dualarımı kapıkulu, şiirlerimi süvari, hikayelerimi piyade yapıp sana saldırmıştım. Sen tek başınaydın. Usta bir manevra ile bir tek kurşun bile atmadan savaşı kazanmış ve beni esir almıştın. Sanki ben Kerbela’da Hüseyin, Ankara Ovasında Yıldırım, Afyon Karahisar Kalesinde Malkoçoğlu’ydum. Sanki ben sana mecbur, sanki ben sana mahkumdum. Sen “Ganimet de ganimet!” diye tutturmuştun. Yetmemiş, bir de gül ağaçlarından dar ağaçları kurdurmuştun. Ben beyaz bayrakla yanına yaklaşırken can havliyle şöyle haykırmıştım: “Ey aşk! Ey gül ağacındaki Mareşaliya! Bana ne verdin de şimdi almaya kalkıyorsun her şeyimi. Ben zaten senden ibaret değil miyim? Ben senden başka neyim ki? Beni benden neden istiyorsun? Kendini kendine neden benden istiyorsun? Git kendinden iste beni. Oysa savaştan önce ben “Aşkım efsanedir benim!” derdim. Sen “Efsanen (!) edilgendi” der, beni etkisiz hale getirmeye çalışırdın. Evet belki seninle ilişkimde senin açından efsane olarak nitelendirilecek bir durum yoktu. Ama bir insan, üstelik bir erkek, dahası senin için yüzlerce aşk cihadına katılabilecek bir aşkı içinde bulan birine, ne o zaman bu sözler söylenebilirdi, ne de şimdi şu cenk meydanında ondan bu kadar ağır ganimet ve tazminat istenebilir. Bir efsane bu kadar kolay harcanabilir mi? Yapacak bir şey yok. Neyse bedelini ödeyeceğim. Fakat bir şey soracağım sana. Sizin oralarda esirin ecri olmaz mı hiç cenk meydanında? Eğer varsa, nerde benim ecrim o halde?...” Yalnız bil ki şu anda ben ne Kerbela’da Hüseyin’im, ne de Karahisar Kalesinin zindanlarında Malkoçoğlu. Şimdi ben İstanbul Emirgan’da bir Yalı Beyi. Ayrıca kalbim iki de bir ‘Emirdağ’a Mareşaliya Köroğlu’nu görmeye gideceğim de gideceğim!” diye tutturmuyor. Şimdi Emirdağ’da bizi seven gül yüzlü bir yarimiz olmasa da, çok şükür Emirgan’da gül ağaçlarıyla bezenmiş bir gül bahçemiz var.

on mayıs

Evet ben senin için çok fazla bir anlam ifade etmiyordum belki. Belki sende aşk anlamında benden daha çok servet vardı. Ama servetini sadaka vererek muhafaza etmek zorunda değil miydin? Her gün bana sadaka vermen gerekmez miydi? Oysa senin bu meseledeki sadakan sadece beni sevmek olacaktı. Sana bu kadar sadakat gösteren birine kuş doyumluğu kadar bir sadaka çok mu? Sonra sen nasıl bekleyeceksin sadakat, sadaka vermediğin birinden. Sen sadaka vererek kendini güven altına alacaktın. Benim yüküm ise daha ağır. Ben seninle olan ilişkimi günahlar ve sevaplar, haramlar ve helaller üzerine kurdum. Ben seni sevmeyi hayatımın zekatı olarak kabul ettim. Her yılın kurban bayramında kendimden bir parçayı sana vermezsem, büyük bir günah işlemiş olduğumu sandım. Benim seni sevmem mecburiyet. Senin beni sevmen ise bir tercih meselesi. Ben bu mecburiyetlerden ötede her gün senin için bir şiir yazarak sadaka verdim. Sık sık mektuplar yazarak da fitre verdim. Senin yerine başka birini sevmeyi hiç düşünmedim. Senin yerine başkasını sevmek! Bu benim için basbayağı faiz yemekti. Hiç faiz yemedim. Hala da yemiyorum. Hep zekatımı verdim. Hala da veriyorum. Sadakalarımı hiç aksatmadım. Destan gibi olmasa da sana bir beyitlik şiirler yazmaya devam ediyorum. Fitremi de veriyorum. Mektuplarımı sana ulaştıramasam da, yazmayı aksatmıyorum. Bütün bunlardan sonra bir itirafta daha bulunayım: Şimdi sadakana öyle muhtacım ki.

Ben senin yürek ağacında minik bir yaprak olsaydım bu kadarı bile bana sadaka olarak yeterdi. Belki, varsa eğer, sendeki aşk ağrısını azaltırdı. Hep kazandın. Hep zekatlar, sadakalar, fitreler aldın. Hep romanlar, şiirler ve mektuplar aldın. Hep kazandın. Ama bu hep kazanacağın anlamına gelmez ki. Bir defa da sen kaybetsen ne olurdu sanki. Bir gülüversen, bir geliversen n’olurdu sanki. Bütün kazanacaklarım, alacaklarım, bütün vereceklerin bir yenilgimi, bir sadaka alacağımı bile karşılayamazken, bu kadarını bile nasıl esirgersin benden? Zaten defalarca beni yenen bir Mareşaliya idin. Binlerce kez beni esir aldın. Zekat demedin, aldın; ganimet demedin aldın. Helal haram demedin, her şeyimi yiyip bitirdin. Bir kez de ben alsaydım senden bir şey. Bir fotoğraf mesela. Hadi diyelim bu zor geldi sana. Kainat kadar geniş kalbinde, şöyle bir göz odacık da olsa bir ev verseydin. Şöyle kalbinin bir parçası olsaydım. Bilemedin kalb komşusu olsaydım seninle. Yüreğinin birazını da olsa paylaşabilseydin benimle. Yüreğine ateş almaya gelseydim akşamları. Sofrana otursaydım, suyundan içseydim. Ekmeğini benimle bölüşseydin. Bir kez sofrana otursaydım, senden sadaka olarak bir gül, bir ateş alsaydım yüreklenecektim de: “Her gün yeniden doğarız / Bizden kim usanası” diyecektim.

Benim aşkım senin için her gün yeniden sürgün verirdi. Aşkından değil senden usandım, diyordun belki. İyi de ben aşkın kendisinden başka bir şey değildim ki. Oysa ben hayret etmek isterdim ve şöyle demek de: ‘Ne acayip bir şey görüyorum. Güneş ayın ardından gidiyor. Mareşaliya bir er(en)in ardından gidiyor.’

on üç mayıs

Ağaçlar mucizelere ve kerametlere çokça türbedarlık eder ya, bir zamanlar ben seni başı göklere değen bir ağaç sanırdım. Herkesin önünde baş eğdiği bir ağaç. Benim önünde başımı verdiğim ağaç. Gücü, kudreti, saltanatı, bereketi... temsil eden bir ağaç. Gül ağacı... Kökü ezelde, dalları ebette bir ağaç. Bir ağaç ki gövdesine sırt verilir. Bir ağaç ki, dallarıyla, kendine sığınanları şefkat ve merhametle sarıp sarmalar. Bir ağaç ki, en güzel meyvesi aşktır. Bir ağaç ki, odunu aşkın odudur. Bir ağaç ki, yaprakları gülden bir yatak. Bir ağaç ki etekleri gölgeler denizi. Bu ağaçtan bir Gelincik dağında vardı. Onun adı Katran Ağacıydı. Bu ağaçtan bir de Emirdağ’da vardı. Onun da adı Köroğlu Ağacı. Seher vakitleri bütün gece rüyamda seni görmüş olmanın hüznüyle Emirgan’daki gül bahçemin en yüksek ağacına çıkar, yüzümü Emirdağ’a döner, gül kokan sesimle inlerdim: “Gül ağacı bana kendini ver. Ya benimle gül toplamaya çık; yada gül düşü rüyalarımdan.” Rüyalarımda beni sevdiğini söylerdin, ben de çığlık çığlığa “Ben de seni... Ben de seni...” derdim.

O zamanlar benim için aşkın, ağaçlardan da yüksek, aşkın bir boyutu vardı. Renkler, sesler, suretler farklı farklı görülür ve hissedilirdi orada. Bir ağacın bütün yaprakları aynı renkte, bütün meyveleri aynı tatta olmadığı gibi, aşkta da aynı şeyler geçerli değil miydi? Seni tanımadan önce benim ardına sırtımı vereceğim, gölgesine sığınacağım bir ağaç yoktu. Ağaç çoktu aslında. Fakat bütün ağaçlar aynıydı. Sadece ağaçlar mı aynıydı? Bütün yapraklar aynı renkteydi. Bütün meyveler aynı tattaydı. Bütün ağaçlar yüz çevirmişti benden. Sırtını dayayacak bir ağaç bulamazdım. O zamanlar hayalimdeki sevgiliye şöyle şiirler yazardım:

Senin de sırtın üşüyor mu
Hep yüz sürmekten
Ve yüz çevrilmekten

Sonra seninle tanıştım. O günlerden kalma bu şiiri hayali sevgilim yerine, hayalimde sana her gece okudum. Sırtını bir ağaca dayamış, gönlünü gül yapraklarına sarmış birinin, üşüyen taraflarının ısınmasıyla keyiflenişini anlatan birinin mutlu iç çekişleriydi bunlar.

Kaç defa Emirdağ’a gittim. Ama hiç dikkat etmedim. Emirdağ’da Köroğlu ağacından başka gül ağaçları var mıydı? Yok muydu? Yoksa vardı da, ben mi fark etmedim. Hoş, ben Emirdağ’a geldiğimde senden başka hiçbir şey göremezdim ya. Hatta çoğu kere seni bile göremeden dönerdim ya... Ama benden bu Emirdağ’a bir isim vermemi isteselerdi, Emirdağ’ın sağ kulağına uzun uzun ezanlar okur “Güldağ! Güldağ! Güldağ!” diye bağırırdım. Emirdağ’ı bilmem, ama Emirgan’da senin için bir gül dağı yetiştirdim. Adını da koydum: Köroğlu Güldağı. O Güldağı ki göründüğü şeyi hemen ele geçiriveren, onun içine işleyiveren bir zarafetin ve ihtişamın dağlarıdır. Bahar aylarında gül dağına öyle yağmurlar yağardı ki. Dağ öyle güzelleşirdi ki. Yağmur dağı vururdu. Güzelliğin ve güzelliğinin beslediği dağ gibi hatıralar beni vururdu. Allah seni inandırsın lal kesilirdim. Yine de ben bahardan ve yağmurdan adlar vermeye çalışırdım sana. Bir yağmur gibi tane tane, harf harf sayıklardım adını: “Mareşaliya Köroğlu!” Birden dilim çözülür, inlemeyle ağlama arası bir sesle yağmurun arasından sesim yükselmeye başlardı: “Mareşaliya Köroğlu! Güzelliğinden yağmurun saçaklarına sığınıyorum. Bir karanfil nasıl korkarsa yağmura yakalanmaktan, yine de ne de çok severse yağmuru, ben de öyle korkuyorum bir yağmur olan gözlerinden ve öyle seviyorum ki ellerini.”

on beş mayıs

Aşk alışkanlık ve alınganlık oluştururdu. Nereye kaçarsam kaçayım, gelip beni bulurdu. Beni kendine mahkum ederdi. Ellerine, gözlerine, sözlerine öyle alışmıştım ki. Beni kendine alıştırdın. Bunlar beni öyle alıngan kılmıştı ki. Korktuğum başıma gelmişti. Sana aşık olmuştum. Bunun için salı günlerini sevmezdim. Yangınıma bir odun daha atılırdı. Salıları gül ağacım bir dal gül daha gönderir, beni arardı. Tam unutmaya yüz tuttuğum, yaralarımın kabuk bağladığı bir zamanda arardın beni. Salılar sallanırdı bende bir dağ gibi, ben de gül ağacında. Gül dağı yağmurdan sonra bir de yangın yerdi. Ben kendimi bilirdim. Ne yangında, ne de yağmurda ben, “ben” olurdum. Ne senin yanındayken ve ne de senin hayalinle konuşurken ben, “ben” olurdum. Ne alışmak isterdim sana. Ne de terk etmek. Bir dolu bardağın içinde birbirine karışmayan çay ve su gibi olmak seninle. Alışkanlık ve alınganlık arasında, yağmurla yangın arasında bir yerde. Bunu ne çok isterdim.

Bir ağacın gölgesinin kat be kat, yaprak be yaprak her şeyimi ve her şeyi kuşatabileceğini gözlerinin derinliğine bakarken anladım. Birinin, bir şeyin, hiçbir şey olmadan nasıl her şey olabileceğini yüzünün denizinde kendimi yitirdiğimde anladım. Yanımdayken sanki daha bir dal-budak atardın topraklarıma. Sesinin bile bir kokusu vardı buralarda... Kokun sinerdi bütün varlığıma. Çok geniş düşünüyorsun sanırdım düşünceli olduğunu hissettiğim zaman seni. Sanki benim yanımda bile beni düşündüğünü sanır, mutlu olurdum.

O zamanlar en çok istediğim şey, bir Eyüp sabahında uykudan uyandığımda, seninle yan yana iki gül ağacı olarak dünyaya gelmiş olmaktı. Gerçi o zamanlar, sen hala dünyanın en güzel meyveleri dallarında olan bir ağaçtın. Bense senin dibinde senden düşecek bir iltifatı bekleyen yetim.

Senin gözün güneşe bakar, gölgende güneş batardı. Benim gönlüm sana bakar, gölgende tenim doğardı. Bir ağaçtın ki gölgende dinlenirdim. Senin bundan haberin yoktu, bilirdim. Ben de sana bir ağaç olmayı ne kadar çok isterdim. Sen bilmiyordun belki ama, gönlüm ağaçtı benim. Dallarıma çıkınca bulacaktın aşkı. Sen ki içinde gül ağacı yetiştiren balta girmemiş dağların Mareşaliya’sı olacaktın. Sen ki bende güzün açan bir çiçek olacaktın. Düşüverirken dalımdan, seni yakalamak için ellerimi göğe uzattığım bir dilek olacaktın. Ağacımda bir dal, dalımda bir yuva, yuvamda bir kuş olacaktın. Soğuyunca hava, yağınca kar, şiddetlenince yağmur, mutlu olunca herhangi bir nedenden, ben senin yalnızlığını ve aç ve açıkta olduğunu zannedip, seni nasıl yanıma aldırabilirim diye düşüncelere dalacaktım. Daldığım düşüncelerimden bu sefer bir gül ağacı olarak değil, bir imparatorluğu köklerinde emziren bir çınar olarak doğacaktın.

Her zaman en çok da neyi isterdim biliyor musun? Ben ölürken dallarının kucağında, sen ölürken kalbimin duvağında, “Seni seviyorum ilk günden beri!” demeyi. Senin de “Ben de!!! Ben de!!!” demeni.

on altı mayıs

Sen Feridun Düzaağaç’ı ve Kıraç’ı çok severdin. Düzağaç bana hep seni yani gül ağacını hatırlatırdı. Senin sesinden Kıraç şarkılarını dinlerken, kırardın, açardın beni. Kıraç bir toprak olan ben, bereketli bir bahçeye dönerdim. Bir defasında seni Afyon’a görmeye gelmiştim. Karahisar Kalesine çıkıp ben, sen, güya Kıraç ve Malkoçoğlu Karahisar Kalesi

türküsünü söylemiştik. Türkünün bir yerinde “Kakülü boynuna dökülür gelir” mısraı vardı. Sen benim en çok kaküllerimi severdin. O yüzden olacak bu mısraı benim kaküllerime bakarak söylemiştin. Yada bana öyle gelmişti. Türkü hatırladığım kadarıyla şöyleydi:

Karahisar Kalesi

Karahisar kalesi yıkılır gelir
Kakülü boynuna dökülür gelir

Yayladan gel allı gelin yayladan
Kesme ümidini Kadir Mevla’dan

Ver elini karlı dağlar aşalım
Bayramlaşalım

Yayladan gel allı gelin yayladan
Kesme ümidini Kadir Mevla’dan

Ben bir koyun olsam sen de bir kuzu
Meleye meleye getirek yazı

Yayladan gel allı gelin yayladan
Kesme ümidini Kadir Mevla’dan

Ne karlı dağları aşabildik, ne de şöyle doya doya bayramlaşabildik. Zaten kakülüm de dökülüp gelmiyor artık. Şarkıdan bana kalan tek şey, Karahisar Kalesinin yıkıla yıkıla benim üzerime gelmeye devam ediyor olması. Hani yaşım da genç değil ki, ben bir koyun olsam, sen de bir kuzu olsan. Şöyle bağıra bağıra türküler söyleyerek yazı getirsek de evlensek. Zayıf bir umut ve aciz bir sesle türküyü söylemeye devam etmekten ve dua etmekten başka yapacak başka bir şey yok galiba: Yayladan gel allı gelin yayladan / Kesme ümidini Kadir Mevla’dan. Ben kesmedim zira. Sen de kesme ümidini Allah’tan.

on dokuz mayıs

Bu gün on dokuz mayıs. Gençlik ve Spor Bayramı yani. Bende ne gençlik kaldı, ne de bayram hevesi. Hala senden mektup gelmedi. Türkler nasıl söyler “Demir ağlarla ördük Anadolu’yu...” Onca mektup gönderdim sana. Bunlar seni demir ağlarla örüp, seni bana getirmeliydi. Ama ne mümkün. Oysa kaç defa “Aşkın bir kelepçeydi benim için. Hayalin düştükçe yüreğimin kakülüne, sıkar, daraltır beni. İnletir, inceltir beni. Bu kelepçeyi ancak sen açabilirsin. Gel de rahatlat beni. Herkes gibi yap beni. Köroğlu, sevdiceğim; aşk hem öğüt verir ve hem de öğütür. Öğüt vererek öğüt beni. Böyle buğdaylar gibi sapsarı kesildim. Gel de ağart beni. Un ufak et beni. Yenilir, yutulur kıl beni. Aşkın değirmenine götür. Öğütecek misin, örgütleyecek misin, ne yapacaksan yap beni. Bilirim aşk örgütler yarı da, yarını da. Yalnızlık Allah’a mahsus. Gel birlik olalım. Örgüt olalım. Örgütte öğütlerle öğütelim birbirimizi.” dedim, duymadın, duymadın. Demir ağlarla kelepçeledin beni. Bir namazlık kerametim de yok ki, bu zincirleri kırıp özgürlüğüme kavuşayım.

yirmi iki mayıs

Mareşaliya Köroğlu, sen en azından üç kez savaş kazandın benim üzerimden. Benim üzerimden mareşalliğe yükseldin de, bana ağır anlaşmalar imzalattın. Hiçbir şey demiyorum. Ama artık sen de bir şeyler yap benim için. Yoksa kötü şeyler olacak. Gerçi olan yine bana olacak ya. Büyük konuşmayayım ama, seni hayallerimden, rüyalarımdan ve dualarımdan sürerim. Zaten inancım da zayıflıyor gün geçtikçe. Artık sana zekat, sadaka, fitre verecek gücü kendimde zor buluyorum. Zira artık bende aşk için böyle fedakarlıklar yapabilecek derman kalmadı. Servetim de tükenmek üzere. Eskisi gibi çarpıntılar yaşamıyorum da. Çalkalanıp durulmuyorum. Kalbim su gibi her gösterdiğin yere meyledecek kadar kıvrak değil artık. “Sen yine kır beni, kırılmam ben öyle. Sen yine gül bana; giderim götüreceğin yere.” diyemiyorum. Gel kırma artık beni. Geleceksen gel gayrı.

yirmi beş mayıs

Her çaresiz aşığın, her zaman yarine söyleyeceği kurşun gibi ağır ve yaralayıcı bir sözü vardır. İsabet etmezse, o söz döner onu vurur. O sözün şeyhi iken, müridi durumuna düşer. Yıllarca o sözü eğe-büke büyütmüştür içinde. Böylece şeyhi olmuştur ya o sözün; o söz irşad etmezse sevdiğini, döner söyleyeni kendine mürid eder. Sana “Muradın muradımdır. Müridin mürşidimdir... ” demiş olabilirim. Ama ben artık ne mürid olmak, ne de şeyh olmak istiyorum. Kurşunum da küflenmek üzere zaten. Evet bir zamanlar, “Yüreğinin surlarına bir gün bayrağımı dikeceğim. Senin Ulubatlı Mustafa’n olacağım. Çarpa çarpa, çarpışa çarpışa öleceğim kalbin üzre.” derdim. Bunları inkar etmiyorum. Ama artık sen de benim için bir şeyler yap. Artık sen de benim için bir şiir yaz. Olmadı; bir savaş yap. Savaş kazan, yen kendini. Ve dön bana.

yirmi altı mayıs

Ah ben bir zamanlar ne çok bağlaçlar, ne az edatlar kullanırdım. Ah ben bir zamanlar ne az yüklemler kullanır, ne çok yükler alırdım üzerime. Sana olan sevgimi en güzel, en mübarek cümlelerle desteklemek için bağlaçlar kullanır, bol virgüller atar, eğildikçe eğilirdim. Ama yine de sana yüklediğim anlamlar, yüklemek istediklerimin yanında çok az anlam ifade ederdi. Çabuk gel. Artık ortada ne virgül kaldı, ne de bağlaç. Ne edat kaldı, ne de şiir yazma adeti. Ne yüklem kaldı, ne de cümle. Artık sözü nereye, nasıl bağlayacağımı bilemiyorum. Cümle alem harap, cümlem harap. Gel de bu bağlardan kurtar beni. Gel de şu devrik cümleleri ayağa kaldır. Haydi bir devrim yap içinde. Gel de beni devrik cümle yapma. Gel de, bitmemiş bir mektup gibi beni ulu orta bırakma.

yirmi yedi mayıs

Yirmi yedi gün oldu, hala senden bir mektup yok. Şimdi bu bendeki özlem mi, öfke mi, bilmiyorum. Oysa aşk özlemek ve ulaşmaktır. Bu özlem aşık olunanın yükünü çekmek ve kendi yükünü kimseye çektirmemek, demektir. Bir zamanlar gülleri sen dallarında taşırdın. Ben de yüreğimde taşırdım; inan hiç yorulmazdım. Sevebileceğim değil, beni sevebilecek birini isterdim. “Nasıl olsa er-geç severim.” derdim. Zira sevildikçe sevmez mi insan! Aynı anda sevmeyi ve sevilmeyi ben seninle tattım sandım da bir zaman; zor gelmedi gülün yükünü çekmek bana. Ama şimdi sevilip sevilmediğimden hiç de emin değilim. Mevlana Şems’e “Sen beni sevmeseydin, ben seni bu kadar uzun süre sevemezdim.” dermiş. Ben seni hep sevmek istiyorum. Artık sen de beni sev. Ve sevdiğini göster.

Ben sana hep özel yanlarımla gelirken, sen lafı hep ortalardın, hep genel kalırdın. “Sevilenden bir karşılık olmayınca ilk seven sevgisini sürdüremez ya, seni hala seviyor olmam, senden küçük de olsa bir karşılık almamdandır.” demek istesem de, bu genel hallerin beni böyle söylemekten zaman zaman uzak tutardı. Oysa seni seviyor olmanın sürekli artan yalnızlığı içindeydim. Artık yalnız kalmak istemiyorum. Yanıma yoldaş olarak senden başka kimse de almak istemiyorum. Ya gel yoldaş ol; yada bir daha yoluma çıkma.

otuz mayıs

Hiçbir aşk kendinin bir alternatifi olmasından hoşlanmaz. Ama her aşk rakibi-engeli olmasından içten içe haz alır. Neydim senin için ben? Sevilen kişi birçok alternatifi olsun ister. Ama hiçbir aşık kendisinin rakip olarak görülmesinden hoşlanmaz. Neydin benim için? Bilirim ben; aşkta kaybetmek benzemez başka bir şeyi kaybetmeye. Bir zamanlar seni kaybetmemek için, aşkına çok kafa yorardım. Çok kitaplar okurdum. Kah soyut şeyleri somutlaştırırdım. Kah somutları soyutlaştırırdım. Ne kadar roman ve hikaye usulü varsa hepsine uyarlamaya çalışırdım seni. Hemen her edebi sanatı senin için kullanırdım. Sık sık teşbihlerde ve tevriyelerde bulunurdum. Bin bir türlü benzetme yapardım. Hep seni bir şeylere benzetmeye çalışırdım. Senin yanında kendimi pek bir şeylere benzetemezdim. Ben bilinçaltı konuşurum ya, konu sen olunca hep kalbüstü, kalburüstü konuşurdum. Onun için seni ve aşkını, eğer mümkünse kendimi hep bir şeylere benzetirdim. Kendimi bir dünya, seni bir ay sanırdım bir zaman. Senin yörüngende döndükçe ben, zaman aylar olurdu. Sen döndükçe güneşin menzilinde yıllanırdı benim aşkım. Ben bir aya aşık olurdum, kanardım ışığa. Sen bir güneşe tutulurdun, dönerdin bana güya. Sen bana doğru bakınca beni zor görürdün. Ben sana bakınca her şeyini görürdüm. Ben sana baktığımda görürdüm her şeyi. Sen her şeye baktığında zor görürdün beni. Sonra bir ara güneş olurdun. Ardına düşen bir gölge olurdum da, yine de dönüp bakmazdın ardına. Ne zamanlardı, güneşin yüzüne vurduğu bir ağaç olurdun. Ben gölge gibi arkandan gelirdim. “Dön de sil beni bu sanılan varlığımdan. Dön de kat beni kendine.” derdim. Daha neler derdim, nelere benzetirdim ben seni. Artık gel. Zira artık ne seni, ne de kendimi bir şeylere benzetebiliyorum. Ne rakibimsin, ne de alternatifimsin.

otuz mayıs

“Ben aşık olmam, en azından değilim. Çünkü tiryakiliği andıracak hiçbir bağımlılığım yok. Hiç olmazsa olmazım, hiç vazgeçemediğim bir şeyim olmadı. Çok sevdiğim çiçekler ve yıldızlar olmadı. Vazgeçemediğim veya alışkanlık haline getirdiğim bir halim olmadı. Bu tenden aşk çıkmaz...’ derdim bir zamanlar. Seninle tanıştıktan sonra aşka ‘pirim’ dedim, başımı önüne koydum. Aşka prim vermeyen ben, aşka pirim dedim. “Uğruna köy yakabileceğim aşk arıyorum. Ben aşkın ağasıyım, ağına düşecek yar...” diye inlediğim günlerim de oldu. ‘Bana dokunmayan aşk bin yaşasın!’, dediğim günlerimde. O zamanlar aşk beni yaşardı. Sonra sen çıktın karşıma. Şu mektuba kadar ben aşkı yaşadım. Oysa: “Ben sana uğrak diye geldim ey deniz gözlü / sense bana yol oldun ne iyi” diye diye ne çok şiirler söylerdim ardından. Lakin senin yol olacağını, ama yoldaş olamayacağını hissedebilseydim hiç söyler miydim o şiirleri.

Bir zamanlar seni, kendimi, yani aşkımı mahzun gönüllerde arardım. Gönüllerden evler yapardım kendime. Gönülevim derdim buldumsa senden bir karşılık o sinelerde. Senin gönlünü de evim kılmak isterdim. Sen yıllarca benim evimde oturdun. Ben de senin gönlünde oturmak isterdim. Bir ara evinin eşiğinde bana yer açmıştın gerçi. Ama bu sana bana kiracı gibi muamele etme hakkı vermişti sanki. Etmediğini bırakmamıştın bana. O gün bu gündür Kafka ve sen, beni her şeye üzülür kıldınız. İkiniz de evimde oturdunuz, ama hiç kira vermediniz. Kafka’ya bir şey dediğim yok. Yahudi-Mahudi falandı ama, Allah için iyi adamdı. Bana faydası da dokunurdu. Miras olarak servet niyetine biraz hüzüntü bıraktı o kadar. Sense bana miras olarak sadece üzüntü bıraktın. Onun için eğer böyle giderse, eşyalarını kapıya bırakacağım bilmiş ol.

Gönülevimden bakardım dağlara. Uçurumlar korku vermezdi bana. Uçurumlara çıkan dağ yollarında yürürdüm. Sende aşk bir dağdı. Ben senin üzerinde uçurumlara sürerdim atımı. Evet, uçurum olduğumu söylemek yalnız senin hakkındı. Terkimde çıktığın onca dağımdan, el değmemiş bunca gülümü kopardıktan sonra uçurum olduğumu söylemek sadece senin hakkındı. Sense bana bir uçurum muamelesi yapmak yerine bir çukur muamelesi yapardın. Beni kör kuyulara atardın. Gönülevim bir kuyu şimdi. Ben bir Yusuf’um. Züleyha isen, gel de kurtar beni bu kuyudan.

bir haziran

Beni şaşırtırdın bazen. Ama her şaşkınlık mutluluk vermiyor ki. Tutarsızdın belki. Belki de, belki de tutamazdın kendini. Bazen benim için ölebileceğini hissettirir derecede bana içten davranırdın, bazen varlığımın farkında bile olmazdın. Şimdi ne haldesin bilemiyorum. Eğer hala farkında değilsen benim varlığımın, o halde ben de senin farkına varmayacağım. Artık sana daha fazla ilgi de göstermeyeceğim. Ne kadar ilgi istediğini hissettirirsen, o kadar ilgili göstereceğim sana. Hazır ol, bir daha asla ‘Seni seviyorum’ da demeyeceğim, sen bu cümleyi bana söylemedikçe.

Gel peşimden, derdin. Ben peşinden gelince, beni çıkmaz sokaklara sokardın. Kendini bir sır sayar, aratır, aratırdın. Bana gül gönderirdin mesela. ‘Ara beni’, derdin. Arardım, sorardım, bulurdum seni. Ama sen ne yapardın? Sanki o gülleri sen yollamamışsın? Sanki “Arkamdan gel”, dememişsin? Ben artık senin ne peşinden geleceğim, ne de sana gül göndereceğim? Beni arayana kadar seni ne arayacağım, ne de soracağım?

Sen bazen başka şeyler için yaşardın, bunu ben anlardım. Sen bir kadın olarak ancak ve en çok bir başkası (tek insan) için yaşayabileceğini, başkaları için yaşayamayacağını anlamazdın. Oysa ben seni düşünürken hep yalnızlığımı hatırlardım. Senin de beni düşünürken yalnızlığını düşündüğünü zannedip mutlu olmaya gayret ederdim. Yalnızlıklarımızın kendimiz gibi birbirine benzediğine inandırmaya çalışırdım kendimi. Aşk ve ölümün benzerliği kendileri hakkında sade ve güçlü şeyler söylenmiş olmasındaymış ya, güya ben, yalnızlıklarımızın birbirine benzediğini sanırdım. Ben sende bir olurdum, bir ölürdüm. Ben sende bir yalnız olurdum, ben sana bir aşık olurdum. Sen bir zamanlar bana söylerdin ya: Ya ol, ya öl... Şimdi bu aşk beni ne olduruyor, ne öldürüyor... Gel de, ya oldur beni yada öldür beni.

Kalbimin yalnızlığında dünyamın sınırı ve sırrı sendin. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, o sınırda sonsuzluğu, o sırda her şeyi anlayabiliyordum. Sığlaştım mı, anlayışım mı kıtlaştı bilmiyorum; ne sır kaldı ortada, ne de sınır. Öldüm mü, oldum mu bilmiyorum.

Her şeyden arınmış, sadece senin aşkına bulanmış bir anlık bakışım, içimden geçen her şeyi anlatabilirdi sana. Senin de karşılığını vereceğin, en azından farkında olacağın bu bakışımın özlemini çekerdim senelerce. Kabul et ki, sen bu özlemimi gidermek için çok az şey yaptın.

üç haziran

Ben gözlerinin özlemini çektiğim kadar, bir gül ağacı olan seni göz yaşlarımla yeşertmenin özlemini de çekerdim. Gözyaşımın aşkın ağacına döküldüğünü gördüğüm an, aşkımın göz yaşıma, göz yaşımın aşka, kendimin sana, senin bana döneceğini ve döküleceğini umardım. Göz yaşlarım beni temize çıkaracaktı. Ellerin, dualarını öpen ellerin beni kurulayacaktı. Bunu ne kadar bekledim bir bilsen. Şu gözlerden senin için dökülen göz yaşları birçok gönlü göl etti de; bir senin yüreğindeki ağacı yeşertemedi. Ne diyeyim. Şu gözlerin dili olsa da bir konuşsa. Bu gözler lal kesilmiş, bu yürekten özlem göçüp gitmiş. Gel de şu gözlerin dilini aç, şu kervanı seferden döndür.

Hislerimin sineme sinema perdeleri gibi perde perde gerildiği içli bir kemandım ben. Telleri hemen kopuveren bir keman. Zebur’dan, Tevrat’tan, İncil’den, Kur’an’dan teller gererdim göğsüme. Cildim dağılırdı. Sayfa sayfa kopardım. Ne acıydı sessizliğe mahkum olmak. Ne acıydı kesik kesik çalan sükunetine teslim olmak. Bir güfteydin benim için. Bestesi de sen olaydın. Oysa şimdi o beste koskocaman bir sükut. Senin sesin, senin şarkın ne zaman gelecek buralara. Gül ağacı kuruyor. Gül ağacından yapılan kemanın telleri çürüyor? Bir şarkı ol gel artık.

beş haziran

Ruhum aşkın simyasıydı. Aşkım da senin simyan. Simyan beni bir koyun sürüsü gibi sana katsa da, bazen beni hiç anmayacaksın sanıp, ürperirdim. Bu esrarengiz bir ağrıya götürürdü beni. Güya uzun kış gecelerinde bana doğru yağan bir kardın. Bir yerlerime yağdığında, bir yanlarına dokunduğunda ağrılarım azardı. Gecenin ağrı dokuma işini güneşin doğumuyla son vereceğini ümit ederdim. Yine de sabahın hiç olmayacağını sanıp korkardım. Öyle anlarda uykuları bölen ve rüyalarımı bozan bir ‘aranmama’ ağrısı dal budak verirdi bende. Senin kızın olan bir ağrıydı bu. Defalarca bölünsem de, bozulsam da sabah hiç olmazdı. Üstelik hiç de olmayacaktı sanki. Şimdi durum değişti. Sanki sabah olmak üzere. Sanki kar dinmek üzere. Sanki bir kar gibi azalmaktayım. Ya yağmaya devam et, yada şu güneşi tut, sabah hiç olmasın.

altı haziran

Sen denizlerime açılan bir iskeleydin benim için. Oradan geceleri kendimin hatlarını ve katlarını seyrederdim. Bakışların içime uzanıp giden bir ada vapuru olurdu. Bir kez şöyle denizler kadar derinden bakıvermiştin de bana, ne çok varmıştım kendime. Şimdi içimde öyle bir fırtına var ki. İskele yıkılmak üzere. İskeletim çıkmak üzere. Ya bu denize iskele ol, ya bu ruha iskelet.

Gözlerin denizlerime kapı, sözlerin denizlerime pencere olurdu bir zamanlar. Ben gidip gelirdim kendimden sana, senden kendime. Biz birbirimizden kaynağını ve debisini alan ve birbirine dökülen iki deniz olurduk güya. Ne kadar akardık, o kadar karışmazdık birbirimize, kaybetmezdik kendimizi. ‘Ben sana senin bana verdiğinden daha çok verdim. Ben deniz gönlümü akıttım sana, sen gözyaşını esirgedin benden.’ derdim. Ama bu karşımdaki denizi kabartmaktan başka bir niyet taşımazdı. Bu bir sitem değil, seni yüceltecek ve coşturacak bir tuzaktı. Tuzaklara ben yakalandım.

Gözlerin geçmişten bir iz taşırdı bağrında. Döndüğümde kendimden, kelimelerin bana çıkan dergah misali bir menzil olurdu. Rastladıkça bir sözüne, biraz daha döndüğümü düşünürdüm özüne. Bu denizlere gözlerin bir iskele, bir kapı, bir dergah olsun artık.

yedi haziran

Şimdi ben kurumuş bir gölüm çölde. Sudan iz yok göğsümde. Kayalar, topraklar, bin bir cenaze saklıyorum. Bir yağmur ol gel. Toprağımı terlet. Terlet ki terk etsin ateş yüreğimi. Yağ ki cesetler çöksün dibe. Gömülüp kalsın oldukları yerde. Sen de, ben de çıkalım su yüzüne. Sen bende çık su yüzüne. Ben de sende....

Belki ben gölün ve gülün büyüttüğü bir ağaçtım. Senin gölgen dalından düşmüş gül yaprağı gibi kaplamıştı sularımı. Nereye baksam yapraklarını görürdüm. ‘Nerede benim derinliğim?’ desem, seninle karşılaşırdım. Ben çölde bir hurma ağacıyım. Artık bu kadar vurma bana.

sekiz haziran

Görüyorsun ya, sana daha sık yazıyorum, ama daha kısa tutuyorum artık. Ben mi tükendim, seni mi tükettim, bilmiyorum. Bir rüya gibi geçiyor zaman. Bir tren gibi uzuyor günler. Bir şeyh gibi hissedip kendimi, rüyalarını yakama senden bir gül gibi takıp, trenlere binip gitmek isterdim.

Seninle bir rüya treni ile bir aşk yolculuğu yapmak isterdim. O trenle yollara düşüp, bir evliya türbesini vuslat yeri kılıp, orada buluşmak isterdim.

Aynı rüyanın iki kahramanı, aynı gülün iki yaprağı, aynı cümlenin iki öznesi, aynı şiirin birbirine bakan iki mısraı, aynı türbenin iki türbedarı, aynı türbede iki mezar komşusu olmak isterdim seninle...

Müridin olan aşkının şeyhi, şeyhinin şeyhi olmak isterdim. Şeyhin olan aşkının da müridi. Kendimin müridi, senin şeyhin olmak isterdim. Seni bana götüren bir mavi tren olmak isterdim.

dokuz haziran

Dalında bir güldüm, kendimi ‘hediye’ olarak sunardım da, yine de kabul etmezdin bunu (beni). Bu hediye senin benden almak istediklerini azaltmak veya bunlardan caydırmak için sunulmuş olmak gibi bir anlam taşımıyordu. Ayrıca senin başka şeylerden veya kimselerden elde edebileceğin şeyleri unutturmak için de değildi. Dahası bu hediyeyi almakla bir şeye ihanet etmiş olmayacaktın.

Bu hediye ve bu hediye ile ima etmeye çalıştığım şeyler, senin iç imparatorluğundaki saltanatını sarsacak veya tartacak bir yanı yoktu. Değil mi ki herkes kendi cennetini kendisi yapar ve yaşar.

Günlerin hesabını güneşle, yılların hesabını erguvanların açtığı zamanlar ile yapan ben, kitaplıktaki her biri bir yılı imleyen gülleri sayarken, senden ayrılalı ne kadar zaman geçtiğini anlıyorum. Bu yedi yıl içinde, yedi veren bir gül misali bende sana karşı sadakat gelişti. Hiçbir şey vaat etmemene rağmen, bu bugüne kadar sürdü. Gölgeni güneş gibi tutarak, denizini su niyetine içerek yaşadım. Hediyeler verdim, bana dönmeni bekledim. Dön artık bana. Çok özlüyorum.

on haziran

Kırk gün oldu. Hala senden mektup gelmedi. Sende gönül çok, ama bana ayrılmış hiç yok. Sende söz çok, ama bana mektup hiç yok. Bunları anladım. Mektubumun sonuna geldim. Seninle yolculuğumun sonuna gelip gelmediğini bilmiyorum. Ama bil ki bu mektup senden bir mektup gelene kadar son mektup olacak.

Yine de unutma Köroğlu. Belki gelirsin, diye senin için ağlayan ve dua eden biri var bu şehirde.

Hoşça kal gül dağı...
Hoşça kal Emirdağ’ı...

  28.04.2008

© 2021 karakalem.net, Mustafa Oral



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut