Yeniden inşâ

Mehmet Nuri Bingöl*

KUŞKU YOL kesici azgın harami; her türlü şahsiyetin elini soğutan hem de... Ve en, en acısı ‘derinden ve saman altından’ süzülen endişelerin elini kuvvetlendiren!

Bilinir; o da iyice... Peşin fikir ve kimbilir hangi ‘lümme’lerin iteklemesiyle orta yere sürülen kuruntu ve zann, hangi ‘kendini insan bilen insan’a yakışır? Öylesi bir hadiseye zemin hazırlamak da bir ‘nefs hilesi’dir.

Öyle ya; ‘tantanasını bozan’ sivrisineklerin nicelerine tebelleş olup da onları “ızrar’ etmesi sevimli bir hal olamaz. Ya onların yuvalanma vasatı bataklıklar birer tenezzüh yeri mi sayılmalı peki?

Birincilerin kabahatı, o batağın yerli yerinde durup ona buna tafra atması yanında ne ki! “İfrat tefriti netice verdiğinden daha muzır” hikmeti ne aşikâr...

Ümit ve yeis... Açığın en açığından, koyunun en koyusuna her anımızın ‘kıymetlendirilme nispetince’ değişik çehreler gösteren hadise, kişiden kişiye, gönülden gönle ve himmetin cücelik ve yüceliğine göre insana kaydırak oynatabilir pekala. Ama hangisinin yol açıcı olduğu da aşikâr.

Şevk verir ‘fıtratı müteheyyic’ insanlara; ona ne şüphe... ‘Meselenin künhüne vakıf’ kimseler üzerindeki te’sirini tartışmak bile abestir. Öylesi bir ‘matiyye’ sırtına veya kamçısına her daim muhtacız. Nicelerine yol vermemeyi dileyen sürü sepet yokuş ancak onunla aşılır, nihai hedefe erdirici istikamet geçidi üstüne dikilmiş ‘suret-i haktan görünen’ kahredici kaya kütlelerinin çevresinden dolanarak pek güzel ve yerinde bir müsbet tavırla sıyrılır, yol çatlarına mayın benzeri ve ayak kaydırıcı tortuları, birer Ferhat sabrıyla teker meker devirir...

“Vur kazmayı dağa Ferhat,

Çoğu gitti, azı kaldı.

Kişne kırat, kişne kırat,

Çoğu gitti azı kaldı”

diyerek çilesini sayhalaştıran Şair-i Azam’ın anlattığı gibi olanları sadece tek bağ durdurabilir, ‘tevakkuf’ ettirebilir; ayaklarına ‘yeis’ çamurunun yapış yapış ‘sıvaştığı’ malum bataklık tebelleş olmasın bir; devrilip gittiğinin resmidir.

“Kuşku nere, yeis nere?” demeyin! Biri diğerinin neticesi, öbürüyse diğerinin mebdei... Herkes diğerinden çekinirse ‘yokuştan düze’ nasıl çıkar bu millet, bu kültür?

***

Dilimiz şerha şerha çatlak; yanılmaya teşneyiz.

Kelime ve sözlerimiz dudaklarımızı geçemiyor; kasdî bir gayretle hürriyetini sınırlayan, bizzat kendimiz, kör nefsimiz... İşin hakikatı, demek zorunda olacaklarımızın bu ‘dar’ul-imtihan’da uyanmasından çekiniyoruz biraz da. Herhangi bir maslahat gözetme sütresine yumulma niyetini taşıyamayız bile...

Hangi tür hamasî nutuklarla hislerimiz okşanırsa okşansın, bunların hiçbirinin ‘hal-i âlem’de denmiş büyük ama çarpıcı gerçeği tersyüz etmeye ne mecali, ne de dermanı var.

Bilmece gibi konuşmayalım... Yalnızca terör ve anarşi belasının aniden orta yerde alevlenmesinin hikmet yönünü anlayabiliyoruz; ama tedbir alma mevkiindeki kimselerin umursamaz hallerini, “İş olacağına varır” mantıklarını idrâkte zorlanıyoruz.

Cemiyeti panikletmek, yepyeni ‘kurtarıcılar’ aratmaya sevketmek, ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi niyetlerin varlığını sanmak, sadece bize has değil elbet. ‘Görünen köye kılavuz’ stemenin fuzuliliğinden beter bir hale düşmeyelim.

Şiddete dayalı ‘örtülü’ bir siyasi çalışmanın, kaplumbağa hızıyla olsa bile, gene de kendine bir taraf kitle bulmaya başladığının o kadar çok emaresi var ki; hangisini sayalım!

Dikkatlerden kaçmadığı ne de belli; tam bir siyasi—veya politik—çalışma, belki de göz boyama ameliyesi... Siyasetin bir tarifi de idareyi, şu veya bu şekilde ele geçirmek ve sonrasında da onu devam ettirmek değil midir? İster ekseriyeti yanına çekerek, onlardaki infiale hazır hisleri okşayarak; ister sağ gösterip sol vurmak nevinden dalaverelerle piyasada tutunmayı sağlama alarak, ister zor veya cebir kullanarak türlü mevkilere sahip çıkma şeklinde olsun; her türlü başa güreşme faaliyetinin adı siyasettir, bugünkü deyimiyle politika. Adını ne koyarsanız koyun, lobi ile ve ‘zalim propaganda’ ile bir dost çevresinin başına oynamak dahi, o tabirin şümulüne girmez mi?

Halka yaranarak bir yerlere gelmeyi kuranlara ‘siyasetçi’ denilir de, cunta kalıntılarına neden o sıfat verilmez; anlaşılması zor. Bu ikinciler, kendi boylarını da aşmış, bir kısım ‘örf’ hükmündeki esasları çiğneyerek tam mes’ul sayılırlar herhal... Ki o temelleri atanlar da, öylesi bir kabahatı işleyerek köşe başlarını tutmuş değiller mi?

Değişen şartlar ile işaretini veren ‘bin yıldan beri teraküm etmiş’ köhneliklerin silinip yeniden inşâ olma vaktinin çattığını bildiren hadiseler bile, değil bizlere, herkese bu hakikatı iyice anlatmış olmalıdır: kafalara dank ettirmelidir.

Önasya’nın anahtar vazifesi ile ayağa kalkıp atağa geçebileceğinin hesabını yapabilen dostlar olduğu gibi, hem dış, hem de iç mihraklar ile avaneleri, daha önceleri siyasi partilerin hepsine ve bağlı yan kuruluşlarına öylesine güveniyorlardı ki... Gözlerinde ha kendileri, ha onlar; farketmezdi.

Milletin onları da fersah fersah geçtiğini anlar anlamaz, güvendikleri dağların aklar bağladığını farkeder etmez, bir acayip derde düştü beylerimiz. Milletin ta kendisi olan fikirleri, ‘kabil- i iltiyam olmayan’ yaralarla berelenmesinden beter görme gibi bir tenakuzlu hal içine dalıverdiler. O batağın çamurlarını bir de ‘misk ü anber’ bilerek yüzlerine bir sıvayışları var ki! Peki elini yüzünü kirli olsa bile devamlı ‘ tathir’ etmesi, temizlemesi gerekenlere ne oluyor; ‘âlet-i lâ-ya’kıl’ olmak herhalde böyle bir haldir.

Marifet, durup kaldıkları yerde uysal koyun misali ona buna çamur sıçratmak değil, gün geçtikçe daha bir genişleyip ‘tevessü’ eden bataklığı ortadan kaldırmak. Onu kimseye ‘misk ü anber’ gibi göstermeye kalkmadan hem de...

‘Zarar-dide’ olmaya susuz kalacak kadar bön değildir bu millet; en azından biz öyle sanıyor, öyle temenni ediyoruz; ortak kaderimizin bütün yönleriyle elbet.

  03.04.2008

© 2021 karakalem.net, Mehmet Nuri Bingöl



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut