GÜNÜMÜZDE EN tehlikeli hastalıklardan biri; depresyon... Veba gibi bulaşıcı. İyi donanımlı olmazsak, depresyona nasıl yakınlaşıldığı konusunda özel donanımlı değilsek, depresyona yakalanma olasılığımız da o kadar artıyor.
Depresyon sadece kişinin duygularını öldürmüyor, maddi hastalıklara da kapı açıyor; kanser de dahil nice hastalıkların köküne inildiğinde depresyonla karşılaşılıyor. Tedavi edilemediği takdirde, maddi intiharlara sebep olduğu gibi, manevi intiharlara da sebep oluyor. Hakikatler ile fazla ilgisi olmayan, dünyevi şeyler ile çok meşgul olan insanlarla çok görüşen kişilerin—şayet bu kişilerde depresyona yakın bir hal varsa—depresyona yakalanması büyük ihtimal gösteriyor.
Bu konu, işin uzmanlarınca daha iyi bilinir elbette; ama bildiğim kadarıyla söyleyeyim, kendini değersiz hissetme, yalnız kalacağım endişesi içerisine girme, terkedilirsem ayrılık acısıyla nasıl mücadele ederim vehmine kapılma, hayatın anlamsızlaşması, sabah olunca yataktan kalkmayı istememe hali, amaçsızlık vs.. depresyona götüren nedenlerden bazıları.
Bunlardan hayatın anlamsızlaşması ve dolayısıyla anlamsız bir sabaha daha uyanmak istememe halini irdelersek; kişinin bu duruma gelme aşamalarını düşünürsek, sanırım en başta hayatla ilgili düşünmemiz gerekecek: Hayatı bize kim, ne amaçla verdi? Sahibi biz miyiz, bir başkası mı? Şayet sahibi biz isek, nasıl idare ettireceğiz? Biz değil isek asıl Sahibi bize hayatı vermekle ne istiyor?
Bu sorulara cevap vermeyeceğim. Sadece şu noktayı düşünmek istiyorum: Bir mü’min, hayatı yaşamayı çok sevebilir mi? Ya da, sevmeli mi? Cevap; elbette... Hem de Bediüzzaman’ın “Otuzikinci Söz”de söylediği üzere; Allah'ı en çok seven, hayatı da en çok sevecek... Çünkü hayat Rabbimizin bize verdiği en kıymetli hediyelerden. Bugünün “Neler yapıyorsun, hayat nasıl gidiyor?” tarzındaki sorularına “Ne yapalım işte, yuvarlanıp gidiyoruz” ya da “Ne olsun, sürünüyoruz” tarzında cevap veren insanlarının bunu anlaması zor olabilir. Ama Rabb-ı Rahîm’inin Hayy ismi ile hayatın kendisine emaneten verildiğini bilen mü’minler, bu insanların aksine, her güne “Hoşgeldin, safa geldin, ey sabah ve ey yeni gün!” diyerek başlar. Ve devam eder selam vermeye, o gün de kendisine eşlik edecek olan katip ve şahid meleğe...
Küresel ısınmalardan tutun da dünyanın birçok yerindeki savaşlara, âfetlere ve belalara; kendi şahsi hayatımızda elde edemediklerimizden başaramadıklarımıza kadar hiçbir şey bir mü’mine “Mecburen bugünü de yaşıyoruz işte” ya da “Günlerimizi öldürüyoruz işte” veya “Ne yapalım işte, her gün aynı şeyleri yapıp duruyoruz” dedirtmemeli... “Nasılsın, neler yapıyorsun?” sorusuna bir mü’minin cevabı, her ne halde ise farketmeden, şöyle olabilmeli: “Çok şükür, tüm nimetleriyle birlikte bana bugünü de nasip eden Rabbimizin izniyle şevkle yaşıyorum.”
Evet; hiçbir mutluluk ya da sıkıntı bize bunun aksini söyletmemeli. Çünkü musibet, sıkıntı halleridir bizi Rabbimize en çok yakınlaştıran haller. Bela veren bulunduysa şayet; bela safaya dönüşür. Her sıkıntı, her 'olumsuz' diye düşündüğümüz hal; yaşamayı anlamanın, nimetleri anlamanın, hayatın kıymetli olduğunu daha da çok hissetmenin biçimidir. Her sabah yeni bir hayat verilmesiyle; Rabbimiz bize bir define sunuyor âdeta; belki de bu âlemin yaratılış gayesini o gün keşfedip yaşayabiliriz... Ne ev, ne çocuklar, ne kariyer, ne dostlar, ne de başka birşeydir bu hayattaki hedefimiz. Asıl amacımız Rabbimizi tanımak, sevmek, O'nun istediği şekilde bu âlemle ilişki kurmaktır. Diğer şeyler vesiledir, O'na sevgimizi arttırmanın vesileleridir. Hayatımızı böyle hazine gibi değerli görüp kendimize ve çevremizdeki herşeye önem vermeye çalışmalıyız, hayatımızı ve hayatları muhafaza için uğraşmalıyız, çarçur etmemeliyiz hayatlarımızı...
Hayatımıza ve çevre hayatlara bir böyle bakabilsek... Kendimizin ve çevremizdeki herşeyin bizzat yaratılmış olmakla ne kadar değerli olduğunu bir anlayabilsek. Yaratılmış olmanın yanında ne paranın, ne konumun, ne milletin, ne güzelliğin, ne yanındakilerin çokluğunun, ne de kariyerin önemli olmadığını bilebilsek... Aklımızla, kalbimizle, ruhumuzla, tüm latifelerimizle bunu hissedebilsek... Böyle bir donanımla donansak; ne başkalarının bir sözü, bir bakışı, bir hareketi bizi kırıp dökebilir, ne de kendimiz kendimize zarar verebiliriz. Nedir ki hayattaki şeyler; O'na bakan yüzü olmasa? Kocaman bir hiçtir! Ve inanan bir insan hiçliğin, anlamsızlığın peşinden koşmaz. Değil mi ki ağır yükler taşıyarak belimizi incitebiliriz? Ya duygularımıza yüklediğimiz tonlarca ağırlık ne olacak? Eşya ile, insanlarla, kainatla, kendimizle, Rabbimizle doğru ilişki kurmamanın ağırlığı çok daha fazla ve bu tüm vücudumuzu etkiliyor. İçerisi ile, dışarısı ile külli çöküşler yaşanıyor.
Gençlikteki fazla enerji ile nice şeyler yapabilecekken, yolun yarısına gelinip hayatı az-buçuk anladığını sanırken, olgunluk yaşlarında birçok taşı yerine oturtmuşken, ihtiyarlığın tecrübeleriyle nice yeni yollar kurulacakken, yani her yaşta yapılacak çok şey varken, her yaşta ve her halde hayat anlamlı ve güzel bir sermaye iken elimizde; kişinin kendisini depresyona girecek bir hale getirmesi kendisine yaptığı en büyük zulümdür. Hayattan çok elem çekiyor, çok az mutluluk duyuyorsak kendimize zulmediyoruz demektir. Allah'ı sevene coşku gelir; elem ise herşeyi, hevasına hizmet eden köleler olarak sevenlere gelir. Samed aynası olan kalbimizi Allah adına olmayan hiçbir şeyin doldurmayacağını bilip; kendimize zulmetmekten vazgeçmeliyiz. Bir emin olsak teslimiyette sükun bulup rahatlayacağımıza...