Ah, şu üniversite sınavını bi kazansam!

Siyami Arslan*

GÖZÜNDE BÜYÜTEREK yücelttiği ve de kazanılamadığı takdirde herşeyin sonu olarak düşündüğü üniversitede iyi bir bölüm kazanmak isteyen tıfıl bir delikanlı sosyal statü ve para gibi kavramların tam olarak ne anlama geldiğinin farkında değildir. Bu gibi şeyleri çevrenin telkinleriyle henüz öğrenme aşamasındadır. Delikanlı, iyi bir üniversitede güzel bir bölümü insanların “zeki biri” demeleri için, çevre tarafından kabul görmek, takdir edilmek, övgü görmek için üniversiteyi kazanmak ister. Kazanacağı iyi bir bölümle insanların gözünde büyümek ve bundan dolayı saygı görme hayali içerisindedir. Bunun yanında çevrenin, özelde de ailesinin ilgi ve sevgisini kazanma arzusundadır. Kazandığı iyi bir bölüm de, bu sayede “zeki biri” olduğunun kanıtı olacaktır. Zekâsına ve kazandığı bölüme yönelik vurgulu, övgü dolu sözlerle mutlu olacağını zanneder. Bu şekilde mutlu olacağını düşler.

Üniversite kazanıldığında arkadaşlarına çevresindekilere, okuduğu bölüm hakkında ne düşündüklerini; onlara karşı kasıldığını, üstünlük havasına girdiğini hissettirmemeye çalışarak sorar. Ki bu tavrı da çoğunlukla karşı taraftan hissedilir. Kimse iyi bir bölüm için kötü diyemeyeceğine göre!… Bu şekilde kabul görme, övülme ve takdir edilme arzusunu tatmin etmiş olur. Bu duyguları yaşayan delikanlının çevreye karşı mahcup olabilmenin verdiği tedirginlikle üniversitede istediği bölümü kazanamayacağı endişesi yüzünden yaşayacağı stresi, çevresi ve ailesi tarafından dışlanarak yaşayabileceği aşağılık kompleksini varın siz düşünün.

Kazanılan üniversiteden sonra davetlerde, misafirliklerde arkadaşlarla biraraya gelinen mekânlarda, nerede okuduğunuz sorulduğunda “Falanca üniversitede şu bölümde okuyorum” diyerek, zeki insan imajı çizerek, önemli biriyim duygusu yaşamak gururumuzu okşuyor. Başkasının bu konuda hakkımızdaki düşünceleri bizi yakından ilgilendiriyor. Öyle ki bu gerçeği çoğumuz kendimize itiraf etmekten korkuyoruz.

Sahi neden bu gerçeği itiraf edemiyoruz? Çünkü itiraf edersek benliğimiz ciddi yara alacak. Çevrenin statü sahibi insanlara farklı bir nazarla bakması bizleri kışkırtıyor, bu tarz tavırlara davetiye çıkartıyor hani. Kimse statüsü düşük bir insan olarak bilinip küçümseyici bir nazarla kendisine bakılmasını istemiyor. Alaycı nazarlar aşağılık kompleksi yaşamamıza neden olabiliyor. O alaycı nazarları görmek hoşumuza gitmiyor, yüksek statülü mesleklerin peşinde koşturuyoruz. Alaycı nazarlar statüsü yüksek mesleklerin peşinde koşmamız için bizleri tahrik ediyor âdeta. Bütün bu sebeplerden dolayı değil mi ki, herkes birbirini ve başkalarını statü ve başarı ölçüsüne göre değerlendirerek başarıyı herkesin taptığı bir put haline dönüştürüyor. Kendi değerimizi mesleklerimize bağlamamız, önemli olma isteğimizi bu şekilde tatmin etmeye çalışmamız ne kadar acı verici, değil mi? Kendimizi kandırmayalım; her ne kadar para kazanmak, meslek sahibi olmak için okuyorum dense de, bu işin görünen yüzü. Bu arada artık yaşamı ve hayatı yeni öğrenme aşamasındaki bir delikanlının neyin peşinde olduğunu iyi gözlemleyip bu gibi şeylere sathî bir nazarla baktığını görmemiz lâzım.

Ya anne-babaların durumu? Onlarınki üniversiteyi kazanmak isteyen çocuklarından farklı mı sanki?

Pek çok anne-baba çocuklarını başkalarıyla rekabet edecekleri bir araç olarak görür. Çocukları üzerinden kendi hayallerini, egolarını tatmin etmeye çalışırlar. Bu nedenle de çocuğun ne yediği, ne giydiği, nasıl bir arabaya sahip olduğu, hangi okula gittiği ya da ne gibi bir meslek sahibi olması gerektiği gibi konulara çok fazla önem verirler. Bu ‘fazladan önemin’ altında yatan duygu ise, çocukların her türlü vasfından kendilerine pay çıkarıp onları var eden kendileriymiş gibi bir büyüklenme içerisine girme istekleridir. Örneğin çocuğunun üniversite sınavında iyi bir fakülte kazanmasını isteyen anne-babaya çocuk “Neden o üniversitenin şu bölümünü kazanmamı istiyorsunuz?” sorusunu sorduğunda, “Biz senin iyiliğini istiyoruz” cevabını verirler. Doğrudur, her anne-baba çocuklarının kendilerinden daha iyi olmasını, daha iyi yerlere gelmesini ister. Fakat söyledikleri sözün altında yatan tek neden bu değildir. Bu sözün üzerindeki perde kaldırıldığında, çocuklarının başarılarını gittikleri davetlerde, sohbetlerde sık sık gündeme getirerek, üstünlük havasına girerek övünmek için istedikleri ortaya çıkacaktır. Ama bu övünme onların çektiği sıkıntı, strese değer mi? Ah bunu bir sorabilsek...

Anne-babalar bir makine mühendisini görseler adamın arabasına, makamına ve aldığı maaşa bakıyorlar. Çocuklarına da makine mühendisi olma konusunda telkinlerde bulunuyorlar. Hiç kimse “Bu adam ne gibi sıkıntılarla, hangi şartlar altında buralara geldi?” diye sormuyor. Tek düşünülen şey para ve bunun getireceği statü oluyor. Makine mühendisliğinin reklamı olması ona göre tercih yapmalarına neden oluyor. Bu aynen bakkala çocuklarını götüren babanın, çocuklarına süt, çikolota vs. türünden birşeyler almak isterken hepsinin cipso’ya koşmasına benziyor. Durum ortada; cipso’nun reklamının olması onu cazip kılıyor, sütü değil de cipso’yu tercih etmelerine neden oluyor.

Kendi iç dünyamızda bunlar yaşanırken, gelelim Türkiye Cumhuriyeti gerçeğine. Bu ülkede eğitimin değil öğretimin yapıldığı, bir realite. İlkokuldan üniversiteye kadar, eğitim değil öğrenim görüyoruz. Meslek edindirmeye yönelik olan Türk eğitim kurumlarının adının “diploma ticarethanesi”ne çıkması acı gerçeği ortaya koymuyor mu? Türk öğretim sisteminde görülen derslerin çoğu öğrencinin zihinsel kabiliyetlerini geliştirmekten başka bir işe yaramıyor. Ezberleyerek öğrendiğimiz bilgiler daha sonraki hayatımızda pek de işimize yaramayan malumat yığını olarak kalıyor, daha sonraki hayatımızda da çoğunu unutuveriyoruz. Eğitimde aranan karakter ve kişilik gelişimini bulamıyoruz. Zaten okunan derslerin öğrenciyi hayata değil sınavlara hazırladığı gerçeği gözönüne alındığında, pek çok öğrencinin yaşama atıldığında bocaladığına, sıkıntıdan dert yandığına şahit oluyoruz. Hayata bir işçiden daha tecrübesiz olarak atılıyor, işçinin sahip olduğu tecrübe karşısında çok gerilerde kaldığımızı gözlemliyoruz. Öte yandan benim gördüğüm fizik, kimya, tarih, bilmemne mesleğime bir katkısı yoksa bana ne gibi bir fayda sağlayabilir ki? Gördüğümüz derslerin kaçta kaçının mesleğimize bir katkısı var ki? Çoğu genel kültür seviyesinde kalmaktan öteye gidemiyor. Ha! Bunları okumanın gereksiz olmadığını vurgulayanlarda yok da değil. Söylediklerine göre, çok önemli bilgiler içeriyormuş.

Pek çok gencin kazandığı bölümün havasıyla kendini okumaya, düşünmeye yönlendirmediğine şahitlik ediyoruz. “Okuduğum bölümün karizması bana yeter, hem okusam ne olacak ki!” mantığıyla kitap okumayı ikinci plana bile itmediğine tanıklık ediyoruz. Ne de olsa kitaptan çok elindeki cep telefonunun markasıyla ilgilenen, onunla uğraşmaktan okumaya vakit bulamayan zamane çocuklarıyız. Zamanımızda karizma yapıp gezmek, kitap okumaya tercih ediliyor. Bu sayede mürekkep yalamış cahiller sürüsü ile karşılaşmamız kaçınılmaz oluyor. Acınacak hale gelmiş eğitim sistemimizde ahlâklı, erdem ve ilke sahibi gençleri ne şekilde bulmayı düşünüyordunuz? Yaşını başını almış dedelerimizin gençlerin ahlâkî yapılarından dem vurup şikâyette bulunmaları bizlere bir gerçeği haykırmıyor mu? Bu sorun kuşak çatışmasından mı ibaret; hiç zannetmiyorum.

Hemen şurasını belirtelim, okumak yüzde yüz karakterinizi eğitmez, ama pek çok gerçeğin farkına varmanıza, kişiliğinizin eğitilmesinde önemli yol kat etmenize yardımcı olur. Yarın üniversiteden mezun olunduğunda karakterinin, meslek ahlâkının yaptığı işte ne kadar etkili olacağı görülecektir. Örneğin bir inşaat işçisi, inşaat mühendisine saygı duyar. Fakat o mühendiste mühendisliğin gerektirdiği ahlâkı göremeyince, bilinen o meşhur sözü söyler: “Mühendis olmuş, ama adam olamamış.” Bu sözü inşaat işçisine söylettiren, eğitim sistemimizdeki çarpıklığın öğrencinin karakter ve kişiliğine bir katkıda bulunmamasındandır.

O yüzden olsa gerek, üniversiteye gitmeden önce profesörlük ünvanına sahip insanları gözümde büyütürdüm. Üniversiteye gittiğimde profesörlük ünvanına sahip insanlarda o ünvanın gerektirdiği erdem ve ahlâkı göremeyince nazarımda değerleri epeyce düşmüştü. Benim için, yıllarını mesleğini icra etmek için harcayan insanlardan hiçbir farkları kalmamıştı. “Profesörlük kendi alanında uzmanlığın delili değil mi? Yıllarını kendi mesleğini icra etmek için harcayan insanlar da aynı şeyi yapmıyorlar mı?” diye düşünmüş, usta olarak küçümsediğim insanları küçümsememeye başlamış, artık onlara farklı bir nazarla bakmayı öğrenmiştim. İlginç olan şurası ki, usta olarak küçümsediğimiz insanların yeri geldiğinde profesör ünvanına sahip kişilerden daha fazla para kazanarak bizleri şaşırtması. profesörlüğüyle övünenlere biraz espiriyle karışık diyeceğim o ki, “paşam sen övünmene devam et, adam paraları götürüyor!”

Söz uzadı, maksadımızdan geri kalmayalım. Tıp, mühendislik, hukuk gibi özveri isteyen, herkesin girme hayalleri kurduğu bölümleri kazanan arkadaşları başarılarından dolayı tebrik etmek gerekir. Ancak burada garip gelen bir konu var ki, o da şu olsa gerek: İyi bir fakültede okuyan delikanlının okuduğu bölümün havasıyla kendisini yüksek fikirlere sahip biri zannetmesi! Ders çalışmaktan başka fikri olmamış bir adamın düşünceleri olabilir mi? Okumadan, inceleme yapmadan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunabilir mi? Pek çok kişinin yaptığı gibi üniversiteye kapağı atmayı becerdikten sonra, gerisi önemli değil. “Okumak mı? Aman boş ver, sıkıyor” tavrıyla hareket ediliyor.

Şurasını bilmemiz gerekir ki, bu hayatta pek çok zorluklarla karşılaşacağız. Yaşam hakkında birçok konuda bilgi sahibi olmamız gerekir. Ya bu bilgileri edinir ya da önemsemeyip “Aman boş ver; yaşamak için bunlara gerek yok, ben zaten durumu kurtarıyorum” deyip yaşamımıza devam edeceğiz. Hayat kanunları karşısında insanoğlu cahildir, yirmi yaşına geldiği halde hâlâ öğrenemiyor. Belki ömrünün sonuna kadar öğrenmeye muhtaç. Yaşadığımız hayat üniversiteden ibaret değil. Yarın evlenecek, çoluk çocuk sahibi olacaksınız. Bu konularda bile bilginiz yoksa birçok sıkıntıya davetiye çıkarırsınız. Sıkıntıların insana kattığı değer, önemli ve anlamlıdır. Acı, tatlı ne varsa hepsi kıymetli, zorlukların olmadığı bir hayat zaten eksiktir. Kitaplarla yoğrulmuş tecrübelerin insanı hoşgörülü, sabırlı ve anlayışlı olmaya sevk edeceği açıktır. Yılların tecrübesini bir kitapla size sunan eserlere neden sırt çeviriyorsunuz ki? Kaliteli eserleri okuyarak edineceğimiz tecrübeler bize kısa zamanda çok yol aldıracaktır. Yaşam içerisinde en çok karşılaşacağımız konular hakkında bile cahil olduğumuz halde, okumaya sırt çevirmemiz acınacak bir durum değil midir? Ama yine de siz bilirsiniz, okuyarak ucuza edineceğiniz tecrübelerin bedelini yaşayarak pahalıya ödersiniz.

Şöyle bir bakıyorum da, evlilik, çocuk sahibi olmak, meslek ahlâkı, insanlarla iyi iletişim içerisinde olmak gibi çokça karşılaştığımız epeyce konuda çok cahiliz ve eğitilmeye muhtacız. O kadar cahiliz ki, pek çok öğrenci belli bir yaşa gelmesine rağmen neden ders çalış(a)madığını bilmiyor, başarısız olduğunda zekâsının geri olduğunu düşünüyor, bahaneler üretiyor. Her gün evlilik ve çocuklar konusunda duyduğumuz şikâyetlerin ardı arkası kesilmiyor. Bu şikâyetler bile bu kadar hayatî konularda bile ne kadar cahil olduğumuzun delili değil midir? Ancak pek çoğumuz okumaktan ziyade tecrübelere dayanan, çoğunlukla anne-babalarımızdan gördüğümüz davranış kalıplarını sergiliyoruz. Sonuç ortada.

Lütfen hayatı ve okumayı yalnız üniversite kazanmaktan ibaret görmeyelim…

  26.12.2007

© 2021 karakalem.net, Siyami Arslan



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut