Temâsül

MODERN ZAMANLAR, bir açıdan, ‘uzman despotizmi’ zamanları. İnsanlar, en basit şeyleri dahi uzmanların direktifi varsa yapabilir hale geliyorlar gitgide. Binlerce yıldır insanoğlunun fıtratının sesini dinleyerek yaptığı nice şey var ki, bugün ‘uzman görüşü’ne başvuruluyor. Ne yemeli, nasıl yemeli, ne zaman yemeli, ne zaman evlenmeli, çocuğa nasıl davranmalı, eşiyle ve anne-babasıyla insan nasıl konuşmalı, kaçta yatıp kaçta kalkmalı, kalkınca ilk iş ne yapmalı.. gibi en ‘sıradan’ işlerde dahi yatıp kalkıp uzman yönlendirmesi duyuyoruz sürekli.

Bu süreçte özellikle rahatsız edici bir durum, insanların kalblerinin sesini, fıtratlarının tınısını, vicdanlarının sızısını, hele ki vahyin ve nebevî sünnetin rehberliğinde dinledikçe bulabilecekleri nice yolu ve nice izi, ‘psikoloji’nin eline bırakmaları. Hayat deyince ‘biyolojizm,’ sıhhatten söz edince ‘medikalizm,’ insan deyince ‘psikolojizm,’ toplum deyince ‘sosyolojizm’ heyülası çıkıveriyor karşımıza. ‘İzm’ diyorum; çünkü bu disiplinler bugünlerde bir ‘bilim dalı’ işlevinden ziyade, bir ideoloji işlevi yükleniyor neredeyse. ‘Çocuk’ diyorsunuz, ‘psikologa soralım’ diyorlar. ‘Aile’ diyorsunuz, ‘psikologa danışalım’ diyorlar. ‘Huzur’ diyorsunuz, ‘psikolojik verilere göre’ diyerek sazı alıyor ve bir türlü bırakmıyorlar.

Bu bakımdan, modern zamanlar, hayatın, ruhun ve insanın bir formüle, bir hesaba-kitaba, bir mekanik kalıba, gerçeklerin teorilere hapsedildiği zamanlar niteliğinde. Haddini bilmez, arsız bir indirgemecilik hâkim hayat, ruh ve insan sözkonusu olduğunda. İnsanı anlamayı psikolojiye hasreden gemi azıya almış bir indirgemecilik.

Bu tabloyu her ne zaman seyretsem, bu zahiri mutantan ruhsuz tablonun makyajını silen iki gerçek birbiri ardınca gelir hatırıma.

İlki, ‘modern zamanlar’a ilişkin: İnsan, aile, çocuk, toplum ancak psikolojinin, psikiyatrinin, pedagojinin, sosyolojinin ellerinde anlaşılabilir ve kemalata doğru yol bulabilir durumda ise eğer; neden en sorunlu insanlara ABD başta olmak üzere psikiyatrinin en ileri durumda olduğu ülkelerde rastlanıyor. Başka toplumlarda duymaya alışık olmadığımız türden kişilik bozukluklarının bu toplumların insanlarında zuhuru neyin nesi? Neden en sorunlu aile yapılarını barındıran ülkeler, aynı zamanda aile üzerine en ileri araştırmaların yapıldığı ülkeler?

İkincisi, ya modern zamanlar öncesinde yaşamış yahut bu zamanda yaşamış olsa da zihniyet itibarıyla modernitenin semtine uğramamış; meselâ psikoloji, sosyoloji, pedagoji, psikiyatri sözkonusu olduğunda kendisine asla bir ‘uzmanlık’ atfedemeyeceğimiz kimi insanlar, ‘insan’ı okuma, ‘aile’yi çözme ve ‘toplum’u kavrama noktasında nasıl oluyor da bu bilimlerin uzmanlarının asla yarışamayacağı bir büyük başarıya imza atıyorlar? Dünyanın dört bir tarafından nice mürşide, nice bilgeye bu keyfiyeti kazandıran ne?

Bunu, bilhassa, mürşidim, rehberim, kılavuzum olagelmiş o büyük ismin, Bediüzzaman’ın hayatını ve eserini okurken soragelmişimdir kendime. Hayat tarihçesine bakılsa, bugünün ‘uzmanlık’ anlayışına göre, Bediüzzaman’ın ne insan, ne aile, ne çocuk, ne de toplum hakkında söz söyleme ehliyetinin olmaması gerekir; zira ne psikoloji eğitimi almıştır, ne sosyoloji, ne pedagoji, ne de psikiyatri. Ama başka birçok örneğin yanında özellikle Bediüzzaman, bu dalların ‘uzman’larına eğer kadirşinas ise parmak ısırtan, eğer kadirnâşinas ise meydan okuyan muazzam bir ‘okuma’ sunar insana dair.

“Yirmiüçüncü Söz,” “Ene” bahsi, “Dördüncü Şua,” “Rica”lar ve “Deva”lar bunun şaheser örnekleri olduğu gibi; yeri gelir, gıybet bahsi gibi, Mesnevî-i Nuriye’deki yeis-ucb-gurur-suizan açılımı gibi kısacık bir bahiste insanın manevî yaraları şerholunur ve ruhlar inşirah bulur. Ve yeri gelir, tohum misali tek bir cümlede, insana dair harikulâde bir çözümleme çıkar karşımıza.

Yakınlarda Hakikat Çekirdekleri’ni okurken, bir önceki yazıda değindiğim ‘makine-i ahval’ bahsi gibi, yarım halde ezberimde kalmış bu bahsin hafızama kaydolmamış kısmını da kavrama imkânı bulurken, Bediüzzaman’ın ‘psikoloji’ye başvurmaksızın insanı tanıma konusundaki muazzam başarısına bir kez daha şahit oldum.

“Temâsül tezadın sebebidir; tenâsüb tesanüdün esasıdır; sıgar-ı nefs tekebbürün menbaıdır; zaaf gururun madenidir; acz muhalefetin menşeidir; merak ilmin hocasıdır” diyordu 97. ‘hakikat çekirdeği’nde Bediüzzaman. Bir cümlenin içinde, her biri başlıbaşına çözümleme gerektiren üçer kelimelik altı büyük cümlecik... Bu cümleler içinde sıgar-ı nefs ile tekebbür, zaaf ile gurur, acz ile muhalefet ve merak ile ilim arasında kurulan irtibat daha önceden hâfızama nakşolmuştu da, ilk iki cümlecik nazarımdan kaybolmuş. Bu iki cümlecikten ikincisi, daha kolay kavranır halde gözüktü bana: “Tenâsüb, tesanüdün esasıdır.” Tenâsüb, yani nisbetin dosdoğru tutturulması, doğru orantının sağlanması, uygunluk, herşeyin ve herkesin yerli yerinde bir kıvam ve makama kavuşması... Böylesi bir durumun bir ‘uyum’u ve dolayısıyla ‘tesanüd’ü, yani dayanışmanın temeli olduğunu rahatlıkla kavrayabiliyordu insan.

‘Temâsül’ ile ‘tezad’ arasındaki ilişkiyi kavramakta ise, açık söylemem gerekirse, epey zorlandım. Nasıl olur da, ‘temâsül’ zıtlığa ve zıtlaşmaya yol açar. Nasıl olur da, ‘emsal’ler arasında bir uyum değil de, bir çatışma sözkonusu olur? Sonra, gündelik hayattan manzaralara nazar ettim; aile hayatlarını, dostlukları, arkadaşlıkları, cemaatî hayatları, iş beraberliklerini tartıya koydum. Gördüm ki, evet, “tenâsüb’ün olduğu yerde ‘tesanüd’ gerçekleşiyor. ‘Temâsül’ün olduğu yerde ise, ‘tezad’ başgösteriyor. Herkes, bir beraberlik içinde hem kendi yerini, hem başkalarının yerini bir ‘tenasüb’ içinde kavrıyorsa kimse kimseyle rekabet etmiyor; bilakis farklı istidadların bir gaye için buluşup dayanışması gibi bir hal gerçekleşiyor. Ama ‘temâsül,’ yani kendisi ile yekdiğerini aynîleştirme, birbirini ‘emsal’ olarak görme hali kısa veya uzun vadede bir gerilim ve rekabet, bir çatışma ve zıtlaşma getiriyor. Birbirinin kabiliyetini ve konumunu içselleştirenler bir ‘tesanüd’ün çatısını kurarken, birbirini kabiliyet itibarıyla ‘emsal’ görenler ‘makam’ eğer bir ise birbiriyle yarışıyor ve çatışıyorlar.

İhlas Risalesi’nin ‘uhrevî makamat’a dair vurgusunu ve ‘bir makama çok namzedler’in olduğu ‘dünyevî pozisyonlar’ın işin içine girmesiyle uhrevî hizmetlerde ihlasın zarar gördüğüne dair ikazını, “Temâsül tezadın sebebidir” cümleciği ışığında bir kez daha düşündüm. Hâkeza, kişinin kendini ‘emsal’ görmediği için fena fi’ş-şeyh (şeyhinde fani olma), fena fi’r-resûl (peygamberde fani olma) sürecini daha kolay gerçekleştirebilirken, fena fi’l-ihvan (kardeşinde fani olma)’nın neden bu kadar zor ve neden ihlasın bir şartı olduğunu...

Dikkat edelim; asıl imtihanımızı bize göre küçük veya büyük, bize göre ileri veya geri gördüklerimize karşı vermiyoruz. Asıl, ‘emsal’lerimizle imtihan olunuyoruz...

Oysa ‘Ehadiyet’ penceresinden bakabilsek, göreceğiz gerçekte kimsenin kimsenin misli ve emsali olmadığını. Herkesin müstesna bir değeri haiz ve biricik olduğunu. İnsanın insanın kurdu, mü’minin kardeşinin rakibi olmadığını... Dolayısıyla, ‘temasül’ nazarıyla değil, ‘tenâsüb’ nazarıyla bakmamız lâzım geldiğini...

Ne diyordu Bediüzzaman?

“Temâsül tezadın sebebidir; tenâsüb tesanüdün esasıdır.”

  11.12.2007

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut