ÇOCUKLUK ARKADAŞIM, rüyalarımdaki dostumdu. Adı, Beyaz Kelebek. Damlarda, kırlarda, odaların ortasında onunla beraberdik; hayalî düşmanlarla boğuşur dururduk.
Türlü halleri vardı. Kimi gün çocuk. Kimi gün ağırbaşlı köy reisi...
Onu, çıplak at üzerinde dörtnal giderken, bir delikanlı olarak da görürdüm.
Geçenlerde ona rastlar gibi oldum. Hayret; saçı başı ap ak bir ihtiyardı artık, yüzü bumburuşuk. Ellerini damarlar şişip morarmış, açık seçik farkediliyor.
Onu Arizona Çölünde bir kaktüsün altında oturmuş doğuya bakarken mi gördüm; yoksa Samatya’da, Marmara’nın ufuklarını gözlerken mi gördüm? Belki de Köprü’de durmuş, Fırat’ın boz bulanık girdaplarını seyrediyordur, tam anlayamadım. Odamda, masamın karşısında yadırgayan gözlerle beni süzerken de görmüş olabilirim onu; işin gerçeği, çatık kaşlarının, kırgın gözlerinin hedefini sezemedim.
Yalnız şunu iyice duyduğumu sanıyorum: “Kaderimiz birbirine benzemek!”
Bunu da nereden çıkarmıştı durup dururken?..
Çocukluk halini haddinden fazla şen şakrak görürdüm; reisken oldukça durgun. Gençliğini, her işe burnunu sokma niyeti arasından seyretmiştim. Fakat şimdi, o yaşlı dudakları soruma cevap vermiyordu; çubuğundan bir nefes daha alıp gözleri daldı.
Gerekçesini sormadan edemedim bunun... “Nasıl?... Neden?..”
Birkaç nefes daha çekip, gözlerinin çelik yeşilini bana ya da yazı makinama çevirdi.
“Ugh,” dedi nihayet, “ben anlatamam.”
İdrak ettim; bu kararında garip bir inatla ısrarcısın ve “Kaderimiz birbirine benziyor” demekten vazgeçmeyeceksin.
Ama neden ve niçin?
* * *
“Yemyeşil ormanlar evimizdi, mavi gök tavanımız. Çağlayan sesleriyle uyur, davullarla uyanırdık. Saygılar sunardık atalara, atlarımız ufuklarda koşardı.”
Annen seni Mississippi’nin kıyısında odun toplarken doğurmuştu. Baban köyde değildi o sıra, bizon avına çıkanlarla birlikte, birkaç haftalığına oradan ayrılmıştı. Sen iki haftalık olmuştun, annene çeken gözlerin Mississippi’nin dalgacıklarıyla, bir ceylan sırtıyla, çiçeklerin nazıyla birlikte babanla da tanışmıştı.
“Kucağına verilince tırnaklarımı çıplak göğsüne geçirmişim. İngiliz kılıcıyla uçan kesik koluna da ağzımı yapıştırmaya kalkmışım. O anda büyükannem yüz yaşından fazlaymış. Ya dedem?.. Bir İspanyol top mermisi ile parçalanalı o kadar çok olmuş ki... Tıpkı Portekizlilerce idam edilen babası gibi.”
Babanın kalbine ulaşan o süngünün sahibini iyi tanıyan bir milletiz. Kraliçe Viktorya’nın askerleri!
Süngülerin uçlarında şakıyan güneşi gördüğünde ancak sekiz yaşlarında olmalı. Ağacın üst dallarından gözetlemiş onları.
O günü acı içinde anar Beyaz Kelebek:
“Onlar gözden ırak olunca ağaçtan indim. Köye bir koşu, nasıl vardığımı, imkânı yok anlatamam. Babam kesik kolunu kaşıyarak biraz düşündü. Sonra da şefe gitti. On dakika sonra bütün köy karşı koymaya hazırdı; annem, ninem ve ben bile... Bir grup atlı ormana pusu kurmaya gitti. Bir hafta boyunca savunmaya hazır bekledik. Garip durum; saldırmadılar.”
O yaşında, sizin gibi mert olmadıklarını bilemezdin ki...
“Bir hafta sonra beyaz bayrak çekip geldiler. Kötü bir niyetleri yokmuş. Şu ileride dinlenmişler birazcık! Dönüyorlarmış artık, bize birtakım hediyeler vereceklermiş. Koca koca fıçılar... Tas tas kırmızı su dağıttılar savaşçılara.”
Şefleri babasının ikazını dinlememiş:
“Bunları tanırım, şef; niyetleri iyi olamaz. Defedelim şunları... Hediyeleri onların olsun, biz bize yeteriz.”
Ama şefleri o ‘kırmızı suyu’ pek beğenmiş bir kere, ondan ayrılamazmış.
Baban ne kadar kararlıydı halbuki. Belki “anlatamaz ben” dediklerinin içinde bu da vardır.
“Babam o gece kendi başına harekete geçti. Ona candan bağlı bir grup savaşçıyı peşine takıp baskına gitmeden önce annemle ve benle vedalaşırken sesi bir acayipti. Annem:
‘Git haydi...’ diye onu dışarıya itiyordu. ‘Şerefimiz için ne yapacaksan yap artık!’”
* * *
Ben onun ‘anlatamayacağı şeylerin’ bunlar olabileceğini düşünürken, tıpkı onunkine benzer bir suskunluğa düşmüştüm.
O ise hâlâ çubuğunu tüttürüyor. Yeşil gözleri düşünceli ve üzerimde... Aniden döndüğümü sanıyorum ona:
“Bari o sabahı anlat” diyorum. “Hatırım için... İnadını bir an olsun bırakamaz mısın?”
Gözlerindeki yeşil saha üstüne bakır akşam ışıkları vurmuştu, çatık kaşları birazcık gevşemişti. Ya dudaklarının hali?
“Hatırın için” diyor nihayet; “anlatmalı, seni kırmamalıyım.”
Yine uzun bir sükut... Sonra başlıyor Kızılderili dostum:
“Güneş daha yeni doğmak; kalın bir sis de var. Herşeyi görmemek gözler. Anam birşeyler dedi bana; babam geri dönmemiş. Hiç kimse geri dönemez. İngiliz çokluk, gürleyen boruları çokluk. Çadırdan dışarı çıkmak ben, doğruca şefe gitmek. Şef çadırının önünde oturur olmak; bağırmak, çağırmak, kahkaha atmak ve durmadan da içmek... Etrafındakiler de öyle; bir bağırtı, bir çağırtı ki sorma gitsin. Ne olmak, bildim. Ateş suyunun işi bu... Şefin baltasını kapmak ben, oradaki fıçıyı hınçla parçalamak. Ama iyi bir sopa da yemek. Sonra da o sesler; gökgürültüsü gibi. Her yerden ateşler saçılmakta olup, rastladığını göğe çıkarır olmak. Anamı bulup kaçmak ben... Ugh... Beyaz Kelebek anlatabilmez gerisini. Hiç sorma. Hatırın için bile dememek...”
İş gene muhayyileye, irfana ve tarih kültürüne kalıyor. Düşününce anlıyorum; gerisini neden diyemediğini...
“Zulm ile abad olanın...” deyip, ben de susuyorum.
“Kaderimiz birbirine benzemek” sözü ne kadar da doğru. İşte Orta Doğu...