Kâbe’deki bayraklar

Nuriye Çakmak

BEYTULLAH, ALLAH’IN evi, yani ki bizleri renk renk, ayrı ayrı, zengin-fakir, güzel-daha güzel şeklinde yaratanın... Irkçılık zulmüne maruz olanların, görünce hayran kaldıkları halkalar var O’nun evinin etrafında. Ve genelde tek bir kıyafet. Beyaz. Ölünce giyeceğimiz kefenin bir eşi olan. Ölür gibi gidiliyor ona, ya da doğar gibi. Yani “hiçbirşey”siz. Herkes gibi.

Kendi verdiği ile “O”na ulaşılması mümkün değil elbette. O’nun verdiği ile O’nun vermediğine üstünlük sağlamak, hele O’nun evinde, imkânsız. Rengin, makamın, pahalı kıyafetlerin ve statülerin bugün bile yıkamadığı bir ortam. Bunun için önlemler alındığı gözlerden kaçmasa da, şartlar buna uygun değil. İşte tam namaza duracakken bir siyahî geldi yanıbaşına. Üstü başı hiç seninki gibi değil; korkma, birşey olmaz. Emre uy, namaz başladı: Allah büyüktür! Sesi duy, seni değil...

Onun evindesin, aynen yanındaki bedevî gibi misafirsin. O’nun yarattığı gibi eşitsin. Ne güzel.

Ruhun nefes aldığı yer burası işte. Milliyetin son bulduğu yer. “Dil”in dilini yuttuğu yer. Kâbe’nin merdivenlerinde gözyaşlarıyla Kâbe’yi seyreden ve birbirini farketmeyen bir İranlı ile bir Türkün tek kelime etmeksizin birbirlerine sarılıp ağladığı yer orası. Ne güzel…

Hac zamanı bu birlik “Lebbeyk” sadalarıyla kâinatı cezbeye getiren bir hal alıyor. Mahşer yeri, kalabalık, telaş, meşakkat, kefenler, sesler ve birlik... Canlı yayında hacıları seyrediyorum bir arife günü. Tüm bu kelimeler geçiş yapıyor yüreğimden. Ancak birden gözüm bayraklara ilişiyor. Tüm tefekkürüm bir anda yalpalıyor. Mantığım yetişene kadar, tam yüreğimden yara alıyorum.

O kabalıkta dil bilmeyen, belki oraya ilk kez gelen, çoğu orta yaşlı insanı kaybetmemek hayatî bir durum elbette. Ama tam da bir mahşer tablosu izlerken, o her grubun elindeki değişik bayraklar huzurumu kaçırıyor. Türkler, buraya. Siz Endonezyalılar, buradan gelin. Afrikalılar, işte bayrak, takip edin. Ben kaybolsam, Allah’ın evinde onun mihmandarlarını mı gözlerim, o metafizik mekânda illa bir Türk gelsin diye mi beklerim. Beklerim belki. Sözgelimi, önde giden Endonezyalı kardeşime hiç yanaşmam. Elbet görünür bir Türk bayrağı ne de olsa...

Yok, uhuvvetin yaşanacağın en hayatî yerde, beklememeliyim. Lisan-i kâlden öte olan lisan-i hali ve uhuvveti keşfetmeliyim.

Bu uç bir örnek olabilir, hayatî bir önem taşıdığından; alternatifi olabilecek olsa da, çok sorun olmayabilir. Ama asrın en büyük tehlikelerinden olan milliyetçiliği çağrıştıran bu bayraklar, tam da hac mevsimi, tam da kefenlerle haşre yürümenin provasında olmasa... Ya da bayrağım, kardeşime bir güven olsa, bir birlik çağrıştırsa ve güvenle yanımıza sığınsa...

Ve “İslamiyet milleti”nin tek bayrağı altında toplansak kaybolmadan. Efendimizin sancağı altında...

  07.12.2007

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut