*Bu sayfa, değişik arkadaşlarımızın Risale-i Nur'dan aldıkları derslerden hareketle yazdıkları yazıları paylaşmak amacıyla tasarlanmıştır.

‘Füruat’ın meyveleri

BÜYÜK FİKİR manzumeleri, her bir cüz’ün bütünün içinde tutarlı ve anlamlı bir yerinin olduğu, boşluğa ve gediğe yer bırakmayan bir yapı arzederler. Bu yapıda, herşeyin esası olan temel bir hüküm vardır, ve bu temelden hareketle, herhangi bir cüz’ün boş veya boşlukta kalmadığı bir yapı sözkonusudur.

Bina örneğinden devam edersek, bir fikir manzumesinin büyüklüğü, hiçbir odanın unutulmadığı, keza ne için oraya konulduğu belli olmayan hiçbir unsurun bulunmadığı bir yapı oluşturması ile anlaşılır.

Veya, ağaç örneğini kullanacak olursak, kökleri sağlam, gövdesi düzgün, dal ve budakları meyveli ise, o fikir manzumesi gerçekten büyüktür.

Kur’ân’ın özünü ve özetini “Lâ ilâhe illallah”ta bulan tevhid akidesini ‘güzel bir ağaç’a benzetmesi; keza, sahabilerin İncil’deki meselinin kökleri sağlam, gövdesi üzere gelişip serpilmiş, başakları dolgun, görenleri imrendiren bir ekini andırdığının haber verilmesi bu bakımdan ne kadar da anlamlıdır!

İşte, Risale-i Nur’u okurken de, insan bu tevhid esasına, bu sahabi mesleğine istinad ve intisap eden bir insanın kalbinin ve dimağının ne kadar büyüdüğünü, akıllara hayret veren tutarlı bir bütünü nasıl kurduğunu görüyor. Ve, hayran olup takdir etmeden geçip gidemiyor.

Bu noktada, Bediüzzaman Said Nursî’de daha Eski Said döneminde bile kendini belli eden müthiş bir inşa çabası görüyoruz. İşârâtü’l-İ’caz’daki, kısalığına rağmen çok farklı gözüken unsurları bir bütün halinde biraraya toplayan ‘ibadete dair’ bahis, bu inşanın harika bir örneği olsa gerek. Keza Muhakemât, daha ilk sayfasında, insanı muazzam bir zihinsel inşa ile tanıştırıyor. İnsan, henüz otuzdört yaşında Muhakemât’ı yazan o bedi’ insanın henüz kitabın ‘sunuş’ faslında iken kurduğu muazzam çatıyı görünce sarsılıyor, hayret ediyor, hayranlığa kapılıyor.

Kitaba bir ‘tahiyyât’la başlayan Bediüzzaman’ın bu tahiyyâtta esmâ-i hüsnâdan Hakîm, Hâkim ve Rahmân isimlerini seçmesindeki inceliği, bu üç esma-i hüsnâdan her birine ezeliyet sıfatının da eklenmesindeki hikmete, peşisıra gelen İslâmiyet ve şeriat tarifine bakınca, bu kısacık ‘sunuş’un tam ve ciddi bir açıklamasını yapmanın Risale-i Nur’un bütününü nazara getirdikten sonra mümkün olabileceğini görüyor insan. “Öyle bir şeriat ki…” “Öyle bir hakaik ki…” “Öyle kitab ki…” diye gelen her bir cümle, tutarlı ve muazzam bir bütünün esaslarını, en temel veçhelerini birkaç cümlede özetliyor.

İlgili bahsin ciddi bir mütalaasını müdakkik akıllara tevdi ederek, yalnızca bu bahis içinde ‘füruat’ın, yani kimilerinin ‘teferruat’ zannettiği, gündelik hayata ve muamelata dair İslâmî ölçülerin nasıl tarif edildiğine dikkat çekmek istiyorum:

“. . . dal ve budakları kemalatın göklerine yükselip, intişar edip . . . öyle füruat ki, meyveleri saadet-i dâreyndir.”

Bu ifadeden anladığım o ki, insanın füruat karşısındaki tavrı ve duruşu, onun ‘hakikat zemininde ne derece rüsuh peyda ettiği’nin göstergesi olduğu gibi; insan ancak o füruat, yani ‘dal ve budaklar’ sayesinde kemâlâtın göklerine erişiyor ve ancak onlar ile ‘saadet-i dâreyn’ meyvesini devşirip iki dünyada mutluluğa erişiyor.

Biraz açacak olursak:

Bir ağacın gerçekten bir ağaç olabilmesi için kökün sağlamlığı ve gövdenin düzgünlüğü yetmiyor. O sağlam kök ve düzgün gövdeden neşv ü nema bulan dal ve budakların da varlığı gerekiyor. Ki, bir ağacın meyvesi köklerinden yahut gövdesinden çıkmıyor. Bilakıs o kök ve gövdeden beslenen ince dal ve budakların ucunda çiçekler tomurcuklanıp meyveye dönüşüyor. Bu bakımdan, bir ağacı ince dal ve budaklarından mahrum etmek, gerçekte onu ağaç olmaktan çıkarmak hükmüne geçiyor. Meselâ, bir elma ağacı, ancak ince dal ve budakları olduğu müddetçe ‘elma ağacı’ olabiliyor; zira ancak o takdirde elma verebiliyor. Aynı şekilde, bir portakal ağacı da ancak ‘füruatı,’ yani dal ve budakları sayesinde ‘portakal veren bir ağaç’ olarak kalabiliyor. Aynen bunun gibi, İslâm ağacının insanı ‘kemâlâtın gökleri’ne yükseltip ‘saadet-i dareyn’ meyvesini vermesi, ancak ‘füruat’ı ile mümkün oluyor.

Muhakemat’ın henüz ‘sunuş’ kısmında bizi karşılayan böyle bir ‘füruat’ tarifinin, bizi birilerinin ‘teferruat’ görüp önemsizleştirdiği ‘füruat’ konusunda dikkate sevkedeceğini umuyorum. Kendi dünyamızda, kendi iman ağacımızdan ‘mutluluk’ meyveleri devşirmemiz, bu ‘füruat’la, İslâm ağacının dalı ve budağı hükmündeki ‘hayata dair’ bu ince ölçülerle mümkün olabiliyor çünkü...

O yüzden, söz ‘füruat’tan açıldı mı, aman dikkat!

  21.11.2007

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut