İLK KEZ, Bediüzzaman’ı görme bahtiyarlığına da erişmiş bir büyüğümün farkına varmamı sağladığı bir beyittir, Muhakemat’ta, “Unsuru’l-Belagat”ta yer alan o harikulâde beyit. “Ğâre’l-vefâ, fâze’l-gadri venferecet / mesâfeti’l-hulfi beyne’l-kavli ve’l-amel” demektedir şair. Bir ırmak gibi akıp giden bu beliğ beyte Bediüzzaman’ın münasip gördüğü tercüme de bir o kadar beliğ ve şairânedir. İlk farkına varışın ardından dilime ve hâfızama yer edecek kadar beliğ ve şairâne: “Vefa gavr-ı in’idama çekildi, tufan-ı gadr feverana başladı. Kavl ve amel arasında uzun bir mesafe açıldı.”
Bu belagat yüklü şair sözünü hem aslıyla, hem Bediüzzaman’ın münasip gördüğü beliğ tercümesiyle zihnime kazınmıştır ama; bunu mümkün kılan, sadece bu şair sözünün söylenişindeki güzellik değildir. Bu sözün, bu zamanın ehl-i dininin duçar olduğu ve yüreğimi dağlayan en kritik ahlâkî zaaf olarak söylem-eylem tutarsızlığı ile doğrudan ilgili de oluşudur. Dahası, bu söylem-eylem tutarsızlığının, yani ‘kavl ve amel arasında’ açılan o büyük mesafenin sorumlusu olarak ‘vefa’nın yitip gidişini göstermesidir. Şiir, yaşanan bu söylem-eylem tutarsızlığını bir sonuç, ‘vefa’nın yitip gitmesini ise sebep olarak zikretmektedir.
Bu veciz söz, yıllar önce onu farketmemi sağlayan muhterem büyüğümün dikkatini de, bu anlamıyla cezbetmişti muhtemelen. Kimbilir, bir söylem-eylem tutarsızlığının kurbanı olmuştu belki. Bir vefasızlığın mağduru olmuştu veyahut.
Yakınlarda, yaşı benden küçük ama varlığıyla zenginleştiğim büyük ruhlu bir kardeşimle bu söz üzerine söyleşip dertleşirken, bu veciz ve beliğ şair sözünün farkına varmadığım bir veçhesinin daha farkına vardım.
Hem de bu sözün belki de en kritik veçhesinin. En esaslı mesajının.
Ben şiiri hem Arapça aslı, hem Bediüzzaman diliyle tercümesi ile okuyup anladığımı aktarırken, ‘vefanın gavr-ı in’idama çekilmesi,’ yani yutulup yitip gitmesi ile, ‘tufan-ı gadrin feverana başlaması’nı beraberce ‘kavl ve amel arasında açılan mesafe’nin sorumlusu olarak zikretmiştim ki, büyük ruhlu müdakkik kardeşimin bir ikazıyla karşılaştım.
“Vefanın yitip gitmesi ile gadrın meydan alması, aynı sürecin iki farklı yansıması değil” dedi bana. “Dikkat edersek, vefa aradan çekildiğinde gadr tufanı başlıyor. Yani, gadre kasdetmiş olanlar, ancak vefasızların vefasızlığından aldıkları cesaretle bunu başarıyorlar.”
Bu uyarı, günler boyu zihnimde dolandı durdu. Şairin yaşadıkları, Bediüzzaman’ın yaşadıkları, yaşananlar, yaşadıklarımız... Vefa, gadr, vefasızlık, mağduriyet, söylem-eylem tutarsızlığı bağlamında zihnimde tartıp ölçtüm bir bir.
‘Maide’ gibi bir büyük sûrenin, ‘vefa’ âyetiyle başlamasının ardındaki sırrı düşünebildiğim kadar düşündüm sonra.
Ve şu sonuçlara ulaştım: Evet, söylem-eylem tutarsızlığı bir sonuç; ve sonuç olarak bu tutarsızlığı, insan ahde ve akde vefasız olabildiğinde başarabiliyor! İçeride vefa yitince, dışarıda gadr başlıyor; verilen söz cennet vaad ederken yapılan eylem cehennem misali yakıp yandırıyor.
Ve, vefa ile gadr bir meydanda beraber varolamıyor. Vefa sapasağlam yerinde ise, gadr o semte yanaşamıyor. Ancak vefa yerinden yurdundan edilip yitip gittiğindedir ki, tufan-ı gadr feverana başlıyor; ve yüz türlü mazeret, bin türlü maslahat ardına saklanarak sözün zıddına ameller, söylemle çelişen eylemler irtikap olunuyor.
Ben bu sözden alacağımı aldım. Bir ‘gadr’in varolduğu yerde, bir ‘vefasızlık’ arıyorum artık. Söylem-eylem tutarsızlığının olduğu yerde de öyle.
Artık şunu biliyorum: ‘Mağdur’un olduğu yerde tek suçlu ‘gadreden’ değildir yalnız. Onu gadretme cesareti bahşeden vefasızlar, zalimin sessiz suç ortaklarıdır...