Bediüzzaman Münazarat’ı niye yazdı?

ESKİ SAİD’İN hayatını okuduğumuzda, muzdarip bir ruh iklimi bizi karşılar. Büyük ızdırapların insanı, büyük bir yalnızlığın insanıdır aynı zamanda. Birşeylerin yanlış gittiğinin farkındadır; ama bunu kimselere anlatamamaktadır. Münazarat’ının bir yerinde ona karşı dile gelen o itiraz, “İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun” itirazı, bu ‘anlatamama’ halini ne kadar da apaçık göstermektedir!

Münazarat’ı da, Muhakemat’ı da, Bediüzzaman’ın taşıdığı o büyük basiretli yüreğin, o ferasetli aklın “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir” sırrına tutunarak gelmiş olan fırtınaya ve gelecek olan kasırgaya karşı nasıl bir direnç ve sabırla olanı dosdoğru tahlil ederek olması gereken için çaba gösterdiğinin belgesidir.

İkisinde de, muzdarip, gergin, mahzun ve yer yer öfkeli bir ruh iklimi bizi karşılar. Dert büyük, gözler şaşı, kulaklar sağırdır zira.

Bediüzzaman, ‘reçetetü’l-ulema’ olarak Muhakemat’ta ve ‘reçetetü’l-avâm’ olarak Münazarat’ta bu gidiş gidiş değil diye haykırır durur. Bu gidiş gidiş değil derken, gidilecek yolun bilgisini de verir elbette. Nasıl ‘zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiye’ olan kavm-i necib-i Arab, ‘içlerinden hak tecelli’ edince ‘istidad-ı hissiyatları uyanıp meydanda yol açan din-i mübini gördüklerinden umum rağabat ve meyilleri yalnız dinin marifetine inhisar eylediler’ ise, Kur’ân’la aynı şekilde hayatlanan hayatlardır çıkış yolu. Bunun için ise, asgarî şartların gerçekleşmesi lâzımdır önce. Münazarat, ‘hürriyet’i merkeze alan daha sosyal bir düzlemde; Muhakemat, ancak bir hürriyet ortamında gerçekten tahakkuk edebilen ‘akıl yürütmeler’i merkeze alan daha ilmî bir düzlemde, bu asgarî zemini hazırlama gayretini içerir. ‘Asgarî’ dediğimize bakılmasın; çok zor bir çabadır bu. Kayası da, tortusu da, dikeni de bol; düzlenmesi güç bir zemindir ortada duran.

Her iki eserde, Bediüzzaman’ın bu yolda müthiş azm u gayreti de, karşılaştığı itiraz ve engeller karşısında bazan son derece gerginleşen ruh hali de okunur hemen. “Ey herif! Bu sözlerinle şeriata adavet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvvü’d-dînden daha muzırsın” gibi, “Bu hal büyük bir derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir” gibi sert ifadeler bu yüzden çıkar Bediüzzaman’ın dilinden. Basiretli yüreğindeki o büyük azme, ferasetli aklındaki o büyük cehde karşılık, ‘anlaşılmak’tan öte bir de yanlış anlaşılıp seksen türlü lâf, bin türlü itiraz duymaktan muzdariptir Bediüzzaman.

Ama, kararlıdır:

“...Şimdiye kadar, yalnız düşmanın tarafına bakıp, eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım. Fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avâmperestâne ve ifratkârane olan hayalâtlarına, o kılıncı bir derece iliştireceğim. Eğer çendan böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir; fakat şahsiyette kalmadı, medreselerin hayatlarına taallûk eder bir mes’ele-i umumî hükmüne geçti. O zahirperestler emin olsunlar ki: Sa’yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestâne safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz. Medreseler hayatlanacaktır, vesselam...”

Bediüzzaman’ın bu büyük sebatla çıktığı yolculuğun nihaî meyvesi, ahir zaman ikliminde hayatını Kur’ân’la hayatlandırmanın adresi olarak Risale-i Nur’dur. Münazarat ve Muhakemat’ı yazmış olduğu dönemde yanında değil karşısında durmuş âlimlerin ve şeyhlerin ya yeni şartların muktedirlerine teslim olmayı, ya susmayı, yahut varlıklarını unutturarak birşeyler yapmayı denemelerine mukabil Risale-i Nur’la bir büyük dirilişe vesile olur Bediüzzaman. Kur’ân’ı değil anlamayı öğrenmenin, okumayı öğrenmenin dahi ‘suç’ sayıldığı ve geleceğin nesillerinin vahiyden mücerret lâdinîler olarak tasarlandığı bir zeminde, Risale-i Nur kendilerine ‘aracılık’ rolü izafe eden ‘engeller’ olmadan mü’minleri Kur’ân’la buluşturur.

Sonra?

Ne oldu sonra?

Herkesin ‘sonra’sı farklı.

Gölgenin gölgesini güneş yerine koyanların gözü aydın; ama benim gibi güneş ile gölge arasındaki farkı bilenlerin içi kan ağlıyor.

Kimileri akıl almaz bir fetihçi ruhla “Risale-i Nur dünyayı fethediyor” hayaline yaslanmış; benim gibiler “Risale-i Nur’u, onu kırk yıldır okuyan kaç kişi lâyıkınca anlayabiliyor?” telaşında.

Kimileri, “Çok şey yaptık” huzuru içinde, benim gibilerde “Yapılacak çok şey, aşılacak çok engel var” huzursuzluğu...

Kimileri “Eskiden Risale-i Nur dersimizde bir lise talebesi görsek sevinirdik. Risale-i Nur okuyan kaç tane profesör var!” diyerek mutlu mes’ud yaşıyor; benim gibilerin aklı Muhakemat’ın “Üçünçü Mukaddime”sinde takılıp kalmış, “Risale-i Nur’u lâyıkınca anlayan kaç profesör var ve kaç profesörün akademik müktesebatı Risale’yi gereğince anlamanın önünde engel?” gibi huzur bozucu sorular ile meşgul.

Kimileri “Risale-i Nur ne kadar da çok satılıyor artık” diye seviniyor; benim gibiler “Risale-i Nur ne kadar da az anlaşılıyor şimdi” diye mahzun...

Münazarat’ın muhatapları Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu ‘hal-i hâzır’i görmemekte direndiler. O onlara “Görün artık!” derken, onlar ona ‘Kör’ dediler.

O onlara Kur’ân adına, hakikat adına, iman adına, İslâm adına irade özgürlüğüne davet ederken; onlar ona “Aklımız şeyhimizin cebinde, biz böyle çok rahatız” dediler.

O “Beş yüz senedir uyuduğunuz yeter” diye haykırırken, onlar “Ne güzel uyuyorduk!” diye sitem etmeyi, hatta kızıp söylenmeyi tercih ettiler.

Biliyorum; bugün de uyuyanlar var. Bir hayal âleminde gölgenin gölgesinin güneş yerine geçtiği aydınlık bir dünyanın rüyasına dalmış niceleri.

Benim gibilerin sözleri ve yazıları zülf-i yâre dokunuyor, o ‘halisâne’ uykuları bozuyor, rüya ikliminden uyanıp gerçeklerin dünyasına çağırıyor.

Uyku mahmurluğuyla, sitem ediyor kimi dostlarımız. Kimisi uykuya iyice dalmış, sitemden öte, hakaret ediyor.

Kulağımız haklı tenkitlere açık, ama karnımız hakarete tok.

Ben şişeyi taşa çalmış biriyim. Risale-i Nur’un izzetini muhafaza ve hakikatinden ifaza için gerekirse Nurculara da dokunur sözüm.

Hele ki, Risale’ye gelen hücumlar için kendilerini siper edecek yerde kendilerine gelecek hücumlara karşı Risale-i Nur’u siper etmişlerse...

Hele ki, Risale müellifi ‘tahkik, tahkik’ derken, ‘taklid, taklid’ der hale düşmüşlerse...

Hele sözümona bir ‘uhuvvet’ söylemi üzerinden bir maddî-manevî rant düzeni devşirilmişse...

Sahi, Bediüzzaman Münazarat’ı niye yazmıştı?

  08.08.2007

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut