ALLAH ÖMÜR ve imkân verirse, ileride yapmayı düşündüğüm çalışmalardan birini, bildiğimiz fıkhın ‘fıkh-ı ekber’ temellerinin, yani imanî asıllarının ortaya konulması oluşturuyor. Fıkhın gerek tâbiîn döneminde, gerek sonrasında algılanış biçimine baktığımızda, fıkhî ölçülerin imanî esaslar üzerine temellendiği aşikâr biçimde görülebildiği halde, maalesef, sonraki asırlarda bu temellerin üstünün dar akıllarca örtüldüğü; sonuçta, "Rabbimizin rızasına uygun olan budur"dan "Filan alim böyle hükmetmiş"e doğru feci bir kayma yaşandığı görülüyor. Nitekim, bugün birçok fıkhî ölçünün, bilindiği halde yapılmıyor olması, işte bu ölçülerin ‘Rabbimizin rızası’ ile bağının bir şekilde gözlerden ırak kalmasından kaynaklanıyor. Nefis, Ezel ve Ebed Sultanına kafa tutmaktan herhalde çekinebilir; ama "O filan alimin hükmü. Ben öyle düşünmüyorum" demek, ona hiç de zor gelmiyor!
Fakihlerin önlerine gelen meseleleri muazzam bir imanî tefekkür ve terbiye ile ne kadar hassas bir imanî terazide tarttıklarının manidar bir örneğinin, ‘satranç’la ilgili hükümlerinde gizli olduğunu sanıyorum. Ehl-i İslâm’ın gündemine bildiğim kadarıyla İran’ın fethinden sonra gelen satranç oyunu hakkında, fakihlerin çoğunluğu caiz olmadığı hükmünü veriyorlar. Bugün birilerinin anlamsız bulduğu; birilerinin ise "vakit israfı" gerekçesiyle izaha çalıştığı bu hükmün zemininde ise, şahsen, müthiş bir imanî duyarlılığın yattığını hissediyorum. Satranç, "şah"ın zafer kazanması veya en azından muhafazası uğruna "piyon"ların düşmanın önüne yem olarak atıldığı; hatta atın, filin ve vezirin de gözden çıkarıldığı bir oyun. Yani, insana, birini koruma adına başkalarını feda etme zihnî talimi yaptıran şefkatsiz ve adaletsiz bir oyun. Ne en küçük bir mahlukun dahi hakkını ketmetmeyen dil-i Mutlak’ın Adl, dil, Hakem, Rahîm, Raûf gibi isimlerine ayna olma sırrına münasip düşüyor; ne de, İslâm’ın, "Devletin selameti için şahıslar feda edilmez" hükmünü de içeren adalet-i mahza esasına. "Üstün" görülen birileri adına "aşağı" görünen birilerini feda etmek, bile bile ölüme atmak imanî ölçülere ve ism-i Adl’in cilvesine sığmadığı içindir ki, alimler, zihnen bu zulmün talimi demek olan satrancı caiz görmüyorlar.
Risale-i Nur’da "siyaset"e bakışın da, satranç temsili ile özetlenmesi bu bakımdan hayli anlamlı gözüküyor. Siyasete temas etmemesini izah bâbında, tekrar tekrar, "zalimlerin satranç oyunları"ndan söz ediyor Said Nursî. Ve, siyaset âlemine bakıldığında, gerçekten yapılanın bir "satranç" oyununun gerçek halini yansıttığı görülüyor. Uluslararası siyasette de bu görülüyor; dahilî siyasette de. Güçlüler zayıfı eziyor; herkes kendi "şah" çıkarları uğruna, başkasının zaaf veya ihtiyaçlarını "piyon" olarak kullanıyor. Meselâ, G-7 denilen "Büyükler"in silah sanayiinin diri ve ceplerin dolu tutulması için, belli kriz noktaları canlı tutuluyor, hatta sıcak savaşlara seyirci kalınıyor. Yahut, dahilî siyasete bakarsak, "devlet" adına düşündüğünü ileri süren "şah" fikirliler, gözlerini kırpmaksızın, "ulusal çıkarlar" yahut "devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü" gibi "yüce değerler" adına kaç genç filizin kırılmasına, kaç körpe dimağın aldığı eğitimle küfranî bir düşünceye maruz bırakılmasına, kaç insanın işkenceye maruz kalmasına; dahası Susurluk olayının belgelediği gibi, el altından kaç kişinin öldürülmesine davetiye çıkarıyor. Keza, yaptıkları israfın haddi hesabı olmayan devletlûlar, öte yandan, "ülke ekonomisinin istikrarı" adına kaç yetimin lokmasına vergi ve ekmeğine zam koyuyor, kaç esnafın ve kaç işçinin işine karışıyor. Koç postuna bürünmüş gözü doymaz kurtların daha da zengin olması için, kaç masumdan alınan vergiler üçe-beşe katlanıyor.
Velhasıl, siyaset dairesine bakıldığında, "zalimlerin satranç oyunları"na dair maddî-manevî bir dizi örnek çıkıyor karşımıza.
Ve ehl-i dinin, at gözlüğü ile daldığı bu zulumlü alanda yeni yollar çizmeden önce, zalimlerin eliyle gelen musibette kader-i ilahînin ve de rahmet ve hikmet-i rabbaniyenin hissesini okuması kesinlikle elzem gözüküyor.