*Bu sayfa, değişik arkadaşlarımızın Risale-i Nur'dan aldıkları derslerden hareketle yazdıkları yazıları paylaşmak amacıyla tasarlanmıştır.

“Üçüncü Mesele”yi atlamadan...

BU SATIRLARI okuyanlar arasında, Meyve Risalesi’ni bilmeyen yahut duymayan, herhalde yoktur. Müellifinin ifadesiyle "Denizli hapishanesinin bir meyvesi" olan bu küçük eser, imanî bir nazarın çorak hapishane ortamında, hatta işkenceli bir hücrede dahi ne gibi imanî meyveler devşirebildiğinin örneğidir. Bu eserin her bir "mesele"si ise, insana kısa, ama yoğun imanî talimler sunar.

Böyle olmakla birlikte, bilebildiğim kadarıyla, Meyve’nin en çok okunan üç "mesele"si, üçüncü, dördüncü ve altıncısıdır. Altıncısı, fen ve felsefeden gelen dalâletin hücumuna karşı çok esaslı bir çıkış noktası sunduğu için özellikle okunur; "dördüncü"sü herkesin önünde ebedî bir hayatı kaybedip kazanma davası açılmış olduğu halde herkesin nazarı kolayca siyasete kayabildiği için ciddi bir sorgulama vesilesi olarak; "üçüncü"sü ise, bana öyle geliyor ki, taşıdığı o imanî şefkat ve rikkat kalbleri hemencecik ihtizaza getirdiği için.

Bana kalırsa, Meyve’nin her bir meselesi, atlanmaması gereken birer bahistir; ama "üçüncü mesele," elbette, bu rikkat ve şefkat boyutu ile çok çok önemlidir. Kendisi hapishanede olan, üstelik hukuk adına bir dizi haksızlıkların dahi icra edildiği ibretli bir yargılama yaşayan bir insan, kendisi ile talebeleri için ucu idama varan senaryoların üflendiği bir ortamda, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, kendisinin değil, başkalarının akıbetini düşünmektedir. Hem de bir sonraki gününü yahut gelecek yılını değil; elli sene sonrasını, dahası asıl akıbet olan ölümden sonraki hallerini. Zahire bakılsa, haline ağlanan kişi odur; ama hakikat-ı halde o, o an için gülüp oynayan insanlar adına ağlamaktadır.

Sözü uzatmayalım: Said Nursî’nin Eskişehir hapishanesinin penceresinde oturduğu o gün, kendi ifadesiyle,"bir cumhuriyet bayramı" günüdür. Hapishanenin penceresi karşıdaki lise binasına bakmaktadır. Lisenin avlusunda ise, üst sınıflarda okuyan büyük kızlar, "günün anlam ve önemine binaen" gülerek dansetmektedir.

Buraya kadar, ağlamayı gerektiren bir durum yoktur. Ama o insanların elli sene sonrası akla görününce; aldıkları lâdinî eğitimin sonucu olarak bir kısmının o elli sene içinde eli boş şekilde kabrin ötesine göçtüğü, kalanların ise, yetmiş-seksen yaşında, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görerek yaşadığı ve nazarında "dipsiz bir kuyu" olan kabri her hatırladığında dehşete kapıldığı düşünülünce.. işte o zaman, göz pınarları taşacak; o şefkatli insan, o an için gülmekte olan o kızların o gerçekten acınacak hallerine ağlar. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığını işitirler; gelip sorarlar. "Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz" ricasında bulunur. Sonrasında, iç dünyasında müthiş bir hidayet-dalâlet mukayesesinde bulunur. İşte, "üçüncü mesele," bugün ehl-i ilhadın üflediği dalâlet vehimlerine karşı, Kur’ân’dan alınan hidayet cevaplarını bildirmektedir.

Evinin tam karşısında ‘lise mektebi’ olan; ve, Said Nursî’nin o gün gördüğü tablodan çok daha acısını her gün gören biri olarak, bu bahis, benim kendimi tartmamı sağlayan bir terazi hükmündedir. İlk fırsatta binanın dışına fırlayan, boş dersleri yan sokaklarda acı bir biçimde ‘değer’lendiren, dünyalarının maalesef etek boyları ile erkeklerin kurlarından öte çok az şeyle iştigal ettiğini gördüğüm o gencecik insanların halini benim sadece gözlemliyor olmam ile, Said Nursî’nin elli sene sonrasını da düşünüp ağlıyor oluşu, ne konumda olduğumu ve ne konumda olmam gerektiğini yeterince açık bir biçimde ele verir her keresinde.

Bu bahsin daha üç gün önce farkettiğim bir özelliği ise, onun cumhuriyet bayramında yazılmış olmasıdır. Bu bakımdan, şu gün gazetelerin, TV’lerin başlıkları, keza resmî zevâtın ve gayriresmî kitlelerin ‘gündelik’ konuşmaları "üçüncü mesele" ile birlikte ele alındığında, sanırım, manidar bir çelişki daha ortaya çıkacaktır.

Üstelik, bu çelişki, muhtemelen çok uzağımızda değildir. Maalesef, "üçüncü mesele"yi çok çok okuyan bizlerin dahi uzağında kalamadığı bir "alan kayması" yaşanmaktadır. Eskişehir hapishanesinin penceresinde fani bir devletin kalkınma oranının kaç olduğu, enflasyon paketi, yeni hükûmet projesi, bilmem kimin son skandalı.. gibi sözümona ‘büyük,’ hakikat nazarında uyduruk hiçbir meseleyi gündemine almayan o büyük insan, hâlâ daha hemen hemen hiç kimsenin göremediği en büyük mesele ile uğraşmaktadır: Bu bayramı kutlanan, yahut bayram kutlayan çocukların âhireti ne olacak? Lâdinî bir eğitim, onları, şu dünyada dahi nasıl bir halet-i ruhiye içinde yaşatacak?

İsterseniz, bugünü, bir de bu nazarla yaşayın. Yapılan tüm törenleri, edilen tüm kelâmları "dünya fanidir; insan ebede namzettir; bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir" adesesinden değerlendirin. Ve, bütün bu yaşayanların, elli sene sonrasını ve de ölümden-sonrasını düşünün.

Ağlayamıyorsanız, Meyve’nin "mesele"lerini daha çok okumanız gerekiyor; hem de kalbinize okumanız gerekiyor demektir.

Muhtemelen olacak olan budur; zira bu yazı da, maalesef gözyaşlarıyla yazılmış değildir. Ama en azından, ‘fani dünyanın fani devletlerinin fani işlerinin’ asıl gündemin ne kadar uzağında olduğunu olsun anlama imkânı vermektedir.

Buna da şükür.

  17.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut