PSİKOLOJİ KİTAPLARI, insanın ‘ben’ algısının zamanla nasıl geliştiğini anlatırlar. Bebek iken insan, kendisini ebeveynle, ama özellikle annesiyle birlikte tanımlar. Annesinin varlığını hissetmediği bir ortamda huzursuzlanması, bu sebeptendir. Çocukluk dönemlerinde aşama aşama bu ben algısı gelişir. Hayat sahnesinin yeni misafiri, yıldan yıla, bir ailenin mensubu olduğunu, ama annesinin ayrı bir insan, babasının ayrı bir insan, kendisinin ayrı bir insan olduğunu anlamaya başlar. Ergenlik dönemine gelindiğinde ise, bu ayrışma tamamen netleşir. Bu dönemde anne-baba ve çocuk arasında yaşanan gerilimler de, bir bakıma, bu ayrım netleşsin diyedir.
Derken, insan olgunlaşır. Olgunlaşmanın nihaî noktası, kişinin kendisini bir fert olarak algılarken, bu ferdin aynı zamanda bir ebeveynin evladı, bir ailenin mensubu, bir toplumun üyesi olduğunun da farkında olmasıdır. Birey-toplum dengesini düzgün şekilde kurabilmesidir.
İnsanın bebeklik halinden yetişkinlik haline doğru bu yolculuğu, insan topluluklarına da uygulanabilir bir durum gibi gözükür bana.
Tek tek insanlar gibi, insan topluluklarının da, kaydettiği aşamaya göre, bebek topluluk, çocuk topluluk, ergen topluluk, yetişkin topluluk diye tanımlanabilir durumda olduğunu düşünürüm.
Bu çerçevede, asabiyet-merkezli her türden toplumsallığı, bana henüz ‘yetişkin’ olunamadığının bir göstergesi olarak algılarım.
Özellikle de, ‘biz’in ‘ben’lerden oluştuğunu ve her ‘ben’in irade sahibi bir fert olarak kendi karar ve eylemlerinin sorumluluğunu taşıdığını algılamayan her türden toplumsallığı...
Aşiret psikolojisi, bu durumun herhalde en açık örneğidir.
Öyle bir psikoloji ki, ‘ben’leri tanımaz, bir tek ‘biz’i bilir. O yüzden, kan davaları da üretir, töre cinayetleri de. İki farklı aşirete mensup iki insan arasındaki kavga, çocuğun gelişmemiş ‘ben’ algısına benzer şekilde henüz gelişmemiş ‘biz’ algısı yüzünden aşiretler arası bir çatışmaya, hem de nesiller boyu bitmeyecek bir husumete pekâlâ dönüşebilir.
İnsanlar arası her türden gerilimde aslolan, ‘haklı’ olanı tesbit edebilmek ve hak sahibine teslim edilinceye kadar haklının yanında durabilmektir. Kemale ermiş toplum, bir gerilim anında işte bu tepkiyi verir. Ve aynı zamanda, suçun şahsîliği ilkesini de aklına yerleştirmiştir. Bir kişinin yanlışından dolayı, ailesini, çoluk-çocuğunu, eşini-dostunu, milletdaşını, hemşehrisini... suçlayıp cezayı onlara kesmeye kalkmaz.
Ama asabiyet-merkezli topluluklarda, ‘haklı-haksız’ denklemi değil, ‘biz-başkası’ denklemi işler. Bizden olana, haksız da olsa arka çıkılmalı; bizden olmayana, haklı da olsa karşı durulmalıdır. Dahası, bizden olanın kişisel bir tutumu ‘hepimiz’i temsil eder şekilde tanımlanmalı; ona yönelik bir tepki de ‘hepimiz’e karşı bir tavır olarak algılanmalıdır.
Bu asabiyeti en güçlü haliyle aşiret psikolojisinde görürüz ama, sadece orada görmeyiz. Milliyetçilik, bu asabiyetin, aşiret psikolojisi gibi ‘genetik,’ ama biraz daha ‘geniş’ bir biçiminden ibarettir. Onun da ötesinde, bir genetik temele dayanmayan asabiyetler gelir. Takım tutmalar, particilik, hemşehricilik, cemaatçilik vs...
Zihinlerinin ve kalblerinin derininde bir yere konuşlanmış asabiyeti bırakamadan Risale-i Nur’u okuyanların ‘müsbet’ bir ‘milliyetçilik’ izafe etme gayretinde olageldikleri Bediüzzaman Said Nursî’nin hak-merkezli şu asabiyet tarifi, bu çerçevede ne kadar da anlamlı ve değerlidir:
“Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünki: Unsuriyet-perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.”
Sonrasında, bu hükmün dayanağı olarak, iki hadisi zikreder Bediüzzaman. İlki son derece keskindir: “İslâmiyet, Cahiliye asabiyetini keser atar.” İkincisini de bir kesinlik içermektedir: “İslâm nazarında, bir Habeşî köle ile Kureyşli efendi arasında fark yoktur.”
Ardından, bu nebevî ‘ferman-ı kat’î’den aldığı dersi şöyle özetler: “Rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse, adalet edilmez, hakkâniyet gider.”
O yüzdendir ki, mü’minler hakkı aziz tutmakla görevlidir.
O yüzdendir ki, İslâm ümmetine ‘Müslümancı’ olmak dahi yakışmaz. Meselâ bir Müslüman ile bir gayrimüslim arasında bir ‘hak’ meselesi olduğunda, haklı olandan yana tavır almamız; hak gayrimüslimin ise Müslümanın elinden alıp hakkını ona teslim etmemiz istenir. Nitekim, halife Ömer bile bir hak iddiası sözkonusu olduğunda Yahudi bir tüccarla yan yana muhakeme olunmuş, ‘Müslüman’ olduğu için değil, ‘haklı’ olduğu için davayı kazanmıştır.
Gelgelelim, asabiyet bırakmıyor yakamızı.
Kimin ‘doğru’ dediğine bakmadan, ‘bizden-başkası’ diye tesbit ediyoruz duruşlarımızı.
Bizden bildiklerimizin yanlışlarına bir açıklamamız var; bizden bilmediklerimizin doğrularına dahi mesafeliyiz.
“Hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz” gibi, “Zulme rıza zulumdür, küfre rıza küfürdür” gibi ölçüleri kendisinden öğrendiğim Risale-i Nur mizanları ile tarttığımda yanımda değil, karşımda görmek durumunda olduğum bir şahsı ‘ortak değer’ olarak sunan bir yazara nezaketle atıfta bulunduğumuz bir yazı üzerine bana iletilen bazı yorum ve mesajlar, bu zaviyeden, bana hayli manidar gözüktü.
“Bizden birini eleştiriyorsa, bizi eleştiriyordur” kabilinden bir asabiyet hissettim eleştirime getirilen kimi eleştirilerde.
Ben ‘ihlas’la değil, gizli yahut açık bir ‘korku’yla bu yazıyı yazdığını düşündüğüm bir yazarı eleştirdim; ama bir ‘camia’yı eleştirmişim gibi algılamıştı bazı mü’min kardeşlerim.
Kaldı ki, nezaketle ve dolaylı bir üslupla eleştirdiğim ilgili yazarın o yazıyı ‘ihlas’la değil, ‘korku’yla yazdığını düşünmem, son tahlilde bir iltifattı o yazar için.
Düşünebiliyor musunuz, “Zulme rıza zulümdür, küfre rıza küfürdür” ölçüsünün kapsama alanına giren bu duruşun ilgili yazar tarafından ‘korku’yla değil, ‘ihlas’la sergilendiğini?
Öyle bir ‘korku,’ böyle bir ‘ihlas’a yeğdir...