*Bu sayfa, değişik arkadaşlarımızın Risale-i Nur'dan aldıkları derslerden hareketle yazdıkları yazıları paylaşmak amacıyla tasarlanmıştır.

Ontoloji

UMUMEN KULLANILMAYAN kelimeleri tercih etmeme yönündeki hassasiyetim, daha önce de kimi yazıların konusu olmuştur. Buna rağmen zaman zaman böylesi kelimeleri ihtiyar etmemin gerekçesini bir kez daha tekrar ederek yazıyı uzatmak istemiyor; sadece, ‘ontoloji’nin de onlardan biri olduğuna dikkat çekmekle yetiniyorum.

Ontoloji, en kısa ifadeyle, ‘varlıkbilim’ anlamına geliyor; ve bir kişinin, bir akımın, bir hareketin varoluşu nasıl anlamlandırdığı sorusunun cevabı, işte onun ‘ontoloji’sini ele veriyor.

Bu kelimeyi burada kullanıyorum; çünkü, bugün şu toplumun insanlarının, bu arada ehl-i dinin yaşadığı zaafı tam da bu noktada görüyorum. Ortada var olan bir yığın çelişki; bir insanın iki sözünün veya iki davranışının birbirini tutmaması yahut sözüyle davranışının birbirini tutmaması, bütün bunlar temelde bir ‘ontolojik’ zaaftan kaynaklanıyor.

Biraz daha açık konuşmak gerekirse, şu toplumdaóehl-i din dahilóinsanlar inanıyorlar. Ama bu inançları, eşyayı ve olayları anlamlandırma; akıp giden kâinat karşısında bütün bu oluşların ne anlama geldiğini, kendisinin kim olduğunu, neden burada olduğunu sorma ve sorgulama akabinde gelmiş bulunmuyor. Deyim yerindeyse, birçok insanın inanç tercihi, ‘ontolojik’ bir tercih olmaktan ziyade, ‘genetik’ veya ‘coğrafî’ bir tercih mesabesinde kalıyor. Açıkçası, şu topraklarda, müslüman bir geçmişten geldiği ve müslüman bir coğrafyada büyüdüğü için müslüman olan; ama sözümona Finlandiya’da doğup büyüyen bir Finli olsaydı Hıristiyan, Japonya’da doğup büyüyen biri olsaydı Şintoist, Tibet’te doğup büyüseydi Budist olacağı kuvvetle muhtemel azımsanmayacak sayıda insan var.

Açıkçası niceleri var ki, din olarak İslâm’ı tercihleri, varoluşu anlama ve anlamlandırma yönünde ciddi bir çaba ve arayışa dayanmıyor. Açık deyişle, tahkik sonucu değil; takliden inanılıyor.

Durum böyle olunca, hafiften esen rüzgârlar bile dengeleri sarsabiliyor. Çok sıradan fitneler dahi imanları zaafa uğratabiliyor.

Sahabilerin bütün dünya karşısında sarsılmayan imanları ile; bugün üç kuruşluk bir dünyevî menfaat, dört günlük bir dünyevî zahmet yüzünden ölçüleri aşındırılan taklidî imanlardaki fark, esasen bu noktadan kaynaklanıyor.

Sahabiler, mü’min olmanın hor görülmek, işkence görmek, hicret etmek, malı ve evladı ile sınanmak, hatta hayatını ortaya koymak gibi muazzam bedeller gerektirdiği bir vasatta mü’min oldular. İman etmek avucunda kor taşımak gibi birşeydi; ama şu dünyanın imtihan yeri olduğu, insanın burada başıboş olmadığı, bir maksatla buraya gönderildiği, bu muntazam kâinatı ve de insanı yaratan bir Rabbin var olduğu, onun insanı bu dünyada Kendi esmâsına şahit ve nâzır olsun diye yarattığı, ölümün ötesinde bizi ebedî cennet veya cehennemlerin beklediği, bu dünyada Allah’ın bu dünyayı varediş amacına uygun yaşamanın ise vahye ve resule tâbiiyete baktığı.. gibi ‘ontolojik’ hakikatlar akıl ve kalblerinde öylesine karşılık bulmuştu ki, avuçlarında kor taşımayı kalblerinde şirk ve yalan taşımaya tercih ettiler. İmanla ölmek, küfürle yaşamaktan; Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) sünneti uğruna alışkanlık ve tiryakiliğini terketmek, nefsinin veya kavminin sünnetine kapılıp kalmaktan kesinlikle daha tutarlı, daha anlamlı, daha hakikatlı göründü.

Bugün Rabb-ı Rahîm öyle dediği halde birileri "Peki biz de böyle yapsak olmaz mı?" diye soruyorsa; Resul-i Ekrem öyle yaşadığı halde birileri "Peki ben de böyle yaşasam ne olur?" diye soruyorsa; ve bütün bu düşünce ve hallerinde bir çelişki, saçmalık ve tutarsızlık görmüyorsa, sebebi ‘ontoloji’nin ya hiç kurulmamış olması yahut yarım yamalak ve bozuk kurulmasıdır.

Bu bakımdan, Said Nursî, nice yıllar önce "Müslümanların imanını kurtarmak"tan söz eden; ve yazdığı Risaleler için "Mevcut imandan istifade cihetine gitmiyor" diyen bir insan olarak, bana müthiş bir feraset, dikkat ve basiret örneği olarak gözükmektedir.

Bugün ortada olan çer-çöp kalb gözümüzü incitiyorsa, bu çer-çöpten kurtulmanın yolu, başkalarının belirlediği gündemlerin izinde gitmemek ve etkisinde kalmamaktır. Bugün birileri faizli müslümanlıktan Türkçe namaza, ibadette kadın-erkek ihtilatından namaz vakitlerini ve rekatlarını indirmeye uzanan bir dizi konuda ortalığı bulandırıyorsa, bu bulanıklığı düzeltmenin yolu konunun ‘fıkhî’ tartışmasını yapmak değildir. Fıkhın İmam-ı Azam’ı, ilk önce ‘Fıkh-ı Ekber’ olan iman hakikatlerini yazarak yola koyulmuştur. Fıkh-ı ekberi olmayanın veya bozuk olanın, fıkhın öteki kısmında her türlü tevile kalkışması pekâlâ olasıdır.

Çözüm istiyorsak, dönük ontolojilerimizi sağlam kuralım. Dünya karşılarında iken dimdik ayakta duran sahabilerin; fitne dönemlerinde akıntıya kapılmak bir yana, İmam-ı Gazalî veya İmam-ı Rabbanî misali, akıntıyı tersine çeviren selef-i salihînin; nice alimlerin sapır sapır döküldüğü ve "Çok âlimler Süfyan’a tâbi olacak" nebevî haberine mâsadak olduğu bir ortamda sapmadan ve yalpalamadan dimdik duran Said Nursî’nin örneğinde görülenin temelinde tahkikî bir iman ve sağlam bir ontoloji olduğunu bilelim. Ve, mevcut imanlardan istifade cihetine giderek otuz yıl sonra başladığı yere dönenler olmayıp, işe sıfırdan başlayalım.

İnanın, asıl kısa olan yol, işte bu uzun yoldur.

  17.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut