BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN “Risale-i Nur dava değil, dava içinde bir bürhandır” şeklindeki tespitinin uzun bir süre ne anlama geldiğini anlayamadım. Anlayamadığımı anlamadığımı da çok sonra fark ettim.
Kendi adıma Risale’yi anlama konusunda meseleye hayli “Bektaşi” kaldım. Hikayeyi bilirsiniz. Bektaşi’ye “niye namaz kılmıyorsun?” dediklerinde, o da “Kur’an’da “Sakın ha namaza yaklaşmayın” deniyor, onun için namaz kılmıyorum” demiş. Yanındakiler “Kur’an sarhoş iken namaza yaklaşmayın” diyor deyince, Bektaşi “Ben hafız değilim, orasını bilmem” demiş. Risale’nin bazı bölümlerine karşı uzun bir süre böyle bir “bektaşi kalma” talihsizliği yaşadım. Risale’nin “dava”dan ziyade “dava içinde bir bürhan” olduğunu çok geç fark ettim. Risale’ye ve Üstada karşı muhatap olmak yerine muhabbet etmeyi tercih ettiğim için bu süre içinde ihtimal ki bu muhabbet yüzünden Risale’ye muhatap olup, Risale’yi anlayabilecek, dolayısıyla benden daha güzel iman ve Kur’an hizmeti yapabilecek bazı arkadaşlarımı kaybettim. Benim yaşadığım bu “muhabbet vartasını” benim gibi bir çok kişinin, kendi meslek, meşrep veya cemaati içinde yaşadığını tahmin edebiliyorum.
Her ne kadar Yunus Emre “Ben gelmedim dava için / benim işim muhabbet (sevi) için” dese de hemen hepimizde çoğu kere muhabbet bir noktadan sonra bir “dava”ya dönüşüyor. Sevdiğimizi yüceltiyor, ona hak ettiğinden daha fazla öyle bir değer veriyor, ona muhatap olmaksızın öyle bir muhabbetle bağlanıyoruz ki bir zaman sonra sevdiğimiz kişi bizim için bir “dava” haline dönüşüyor. İş “dava”lık olunca sık sık “nefs-i müdafaa” adı altında kendi nefsimizi dava içine katıyoruz. Bir zaman sonra nefsimizi de davanın bir parçası haline getiriyoruz. Dava konusu muhabbet ettiğimiz kişiye yapılan eleştiri, tenkit yada ikazları kendimize yapılmış gibi algılıyor, buna göre tepkiler veriyoruz. Nefsimizin kusurlarını, hatalarını, hırslarını, ihtiraslarını, asabiyetlerini, açmazlarını muhabbet ettiğimiz Üstad ile ilişkilendirerek kendimizi temize çıkarmaya çalışıyoruz. “Üstad da böyle yaparmış”, “Üstad da böyle biriymiş”, “Üstad da sigara içmiş”,“Üstad da böyleymiş, o da asabiymiş...” gibi ifadeleri fütursuzca kullanmaktan çekinmiyoruz. Bu yetmediği gibi muhatabımızın sevmediğimiz hal, hareket ve düşüncelerini Üstad’dan yaptığımız konuyla pek de ilgisi olmayan alıntı ve yorumlar ile eleştirerek Üstadın ısrarla üzerinde durduğu ihlas ve uhuvvet prensiplerine muhalefet ediyoruz.
Bazen muhabbet ettiğimiz kişinin ikamesi, alternatifi veya rakibi olarak sunulan kişiler karşımıza çıktığı zaman ya karşımızdakini mutlak bir yokluğa mahkum ediyoruz veya muhatabımızı kendisine muhabbet etmesini beklediğimiz kişiden uzaklaştırıyoruz. Ona muhabbet ettireyim derken muhabbet ettiğimiz kişiye karşı onda bir adavet (düşmanlık), kin, kızgınlık, -belki biraz daha masumca- kırgınlık oluşturuyoruz. İşte muhabbet bir “varta”, bir “açmaz” olarak tam burada karşımıza çıkıyor.
Muhabbet bir varta olarak karşımıza ilk önce Hz. İsa meselesinde ortaya çıkıyor.
İsa peygambere muhatap olmak yerine ona ifrat derecesinde muhabbet ederek, bir nevi ilahlık atfedenlere mukabil bir kısım insanlar da bu muhabbete adavetle karşılık vererek onun peygamberliğini dahi reddediyorlar.
Muhabbet İslam tarihinde bir varta olarak karşımıza ilk önce Hz. Ali (ra) ile Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) arasındaki ilişkide kendini gösteriyor. Hz. İsa (as) meselesinde olduğu gibi Hz. Ali (ra) meselesinde de muhabbet de denge kurulamıyor. Bir kısım insanlar ölçüsüz bir şekilde ifrat derecesinde, üstelik Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer’in (ra) değerini tahfif edercesine bir muhabbetle Hz. Ali’ye peygamberane bir değer atfederek sonu bizce meçhul bir serüvenin içine dalıyorlar.
Benzer bir açmaz Hz. Ali (ra) ile Hz. Muaviye (ra) arasındaki iktidar mücadelesinde ortaya çıkıyor. Bu meselede içtihat ve kader-i ilahiyi anlamaya çalışmak yerine, Hz. Ali’ye (ra) öyle bir muhabbet ediyoruz ki, bir sahabe olan Hz. Muaviye’ye (ra) “Muaviye” şeklinde ismiyle hitap ederek tahfif ediyoruz.
Günümüzde muhabbetin, işe nefsimizi katarak dava adı altında bir varta olarak karşımıza çıktığı ilk ve en bariz örnek siyaset ve İslam tartışmalarında kendini gösteriyor. Bu tartışma dini/Kur’an’ı siyasete alet etmek ile siyaseti dine/Kur’an’a alet etmek veya Kur’an’ı savunmak ile kendimizi Kur’an’la savunmak şeklinde gerçekleşiyor. Kendi siyasi görüşümüzün doğruluğunu ispat etmek için Kur’an’dan hükümler getirirken, değişen konjonktür içinde çıkan tartışma ve kavgalarda Kur’an’ı savunmak yerine Kur’an’la kendimizi savunur pozisyona düşerek, gerçekten de dini siyasete alet ediyoruz. Kur’an’ı baş göz üstüne koymak yerine, başımıza gelen darbelerden korunmak için başımıza Kur’an koyar hale geliyoruz. Bunun en büyük zararını bir kısım, belki de büyük bir kısım müminin bize karşı küsmesi şeklinde görüyoruz. Evet muhabbet ettiğimiz şeyi bir süre sonra davaya dönüştürüyoruz. Davaya dönüşen bu şey içine kendi nefsimize karşı muhabbeti de ekleyerek bir çok samimi kişinin bize ve muhabbet ettiğimiz kişiye adavet etmesine, bu olmasa bile kızmasına, küsmesine, kırılmasına neden oluyoruz. Bu yetmediği gibi bir kısım insanların nezdinde Kur’an’ı sevimsizleştiriyor, diğer bir kısım insanların da muhabbet edip muhatap olmaya çalıştığımız Kur’an’a alenen veya gizliden gizliye adavet beslenmesine neden oluyoruz
Bir diğer muhabbet açmazı da Hz. Ali, (ra) ile Hz. Muaviye (ra) arasındaki iktidar mücadelesinden hareketle günümüz meselelerine çözüm ararken ortaya çıkıyor. Her halükarda, bize göre, bizim muhatap olamadan muhabbet ederek dava haline getirdiğimiz mesleğimiz, meşrebimiz, üstadımız Hz. Ali yolunu takip etmektedir ve karşımızdaki kişi/ler ise “Muaviye” yolunu izlemektedir. Dolayısıyla onlar hata etmektedirler, biz ise isabet etmekteyizdir. Bizlerin Hz Ali (ra) meşrebin de gittiğimiz iddiası isabetli bir yorum olsa bile bu iddia ve davamız ile karşımızdakini bir imtihan ile baş başa bıraktığımızın farkında bile değilizdir. Biz “dava”mıza Hz Ali’den deliller getirirken karşımızdakinin bizim bu iddiamız üzerine nefsine yenilerek Hz. Ali’ye (ra) muhatabiyetini ve muhabbetini sorgular hale geldiğini hiç mi aklımıza getirmeyiz. Kendimize Hz Ali vasıtasıyla muhabbet sağlamaya çalışırken karşımızdakinin bize ve Hz Ali’ye (ra) adavet etmesine neden olduğumuzun nasıl da farkına varamayız.
Risale camiası içindeki en önemli muhabbet açmazlarından biri Hafız Ali Ağabey ile Hüsrev ağabey arasında -geçen bunca zamana rağmen- “taraf olma” handikapıdır. Hz.Ali (ra) ve Hz. Muaviye (ra) meselesinde olduğu gibi hizmetle ilgili herhangi bir meselede kendimizi muhakkak “mağdur ve ihlaslı Hafız Ali” yanında görürüz. Karşımızdaki her halükarda en insaflı hali ile “Hüsrev ağabey”dir. Evet Hafız Ali ağabey Hüsrev ağabeye nispetle bu meselede daha haklı, makbul ve makuldür. Ne var ki Hafız Ali ağabeyin şahsında kendimizi savunurken Hüsrev ağabey şahsında hem Hüsrev ağabeye hem de karşımızdakine haksızlık ettiğimizi düşünemeyiz. Yine karşımızdakinin nefsi ile gireceği mücahedede yenik düşerek bizim şahsımızda Hafız Ali ağabey sorgular hale gelebileceği aklımızın ucundan bile geçmez
Başta Risale-i Nur olmak üzere bizim için önemli olan bütün kutsallar sadece bizim tarafımızdan temsil edilmediği gibi, sadece biz bu yüzyılda Müslümanları temsil ediyor değiliz. Müminler içinde bir müminiz sadece. Evet mesleğimiz ve meşrebimiz her bakımdan diğer kimselere göre hemen her açıdan yüksektir. Ne var ki bu durum hemen hiçbir zaman mesleğimize bizim kusurlarımızın karışmayacağı anlamına gelmez. Şu halde hemen her durumda bizler haklı olmayabiliriz.
Hizmetimizi ret, muhalefet, şerh üzerine kurmak yerine kabul, ittifak ile beyan ve tebliğ üzerine kurmalıyız. Muhabbet ettiğimiz şeye, onu dava haline dönüştürmeden ona muhatap olmayı da becerebilmeliyiz. Dava yerine dava içinde bir bürhan olabilmeliyiz. Hemen her konuda kendimizi meselenin odak noktasına getirmemeyi öğrenebilmeliyiz. Meşrebimize tabi olanların çokluğu, yayın ve neşir vasıtalarımızın fazlalığı, ekonomik durumumuzun iyi olması, bürokrasi ve siyaset dünyasındaki adamlarımızın gün geçtikçe artması, kısacası imkanlarımızın çokluğu bizi diğer meşrepteki kişileri görmezden gelme durumuna düşürmemesi gerektiği gibi, bize göre daha fazla imkana sahip olanlara bizim hazımsızlık ve kıskançlık göstererek tenkit etmemizi neden olmamalı. İslam’ı bu yüzyılda sadece biz temsil ediyoruz iddiası yerine İslam’ı temsil etmeye çalışanlardan birisi de biziz diyebilmeliyiz. Bunu hal ve hareketlerimizle gösterebilmeliyiz. İkinci kişilerin muhabbet ettiğimiz kişiye muhatap olmasını sağlayamasak bile insaflı, isabetli, ihlaslı ve muhabbetli davranarak en azından bize ve muhabbet ettiğimiz kişiye muhabbet etmesini sağlayabiliriz. Bu çok da zor değil.