RİSALE-İ NUR dairesindeki insanlar olarak, darılıp sıkılmadan kabul ve itiraf etmemiz gereken bir vâkıayla yüzyüzeyiz.
İtiraf edelim ki, Risale-i Nur’da dile getirilen haklı ve hakikatli ölçülerin büyük kısmının bu diyardaki bütün mü’minlerin ortak ölçüsü haline gelmesini temin edemedik. O yüzden de, nice kabiliyetler ve nice emekler sonuçsuz yollarda harcanıyor ve nice yıllar husûlü meşkuk maksatlar uğrunda heba ediliyor. Risale hareketine de ciddi bir darbe vuran bir siyasî temayülün otuz yıllık bir ümit pompalamasından sonra ehl-i imanı gelip bıraktığı nokta, sözümona İslâm adına ortaya çıkan bir dizi nevzuhur oluşumun umum mü’minleri töhmet altında bırakma yönündeki çabalara malzeme teşkil edişi.. gibi vâkıaların tümünde, Risale-i Nur’un şu zamanın içtimaî hayatında mü’minler için ortaya koyduğu ölçülerden uzaklığın müthiş bir payı bulunuyor. Bu ölçüler kabul ve tatbik olunamadığı için ehl-i iman menfi ile iştigalden müsbet ile meşguliyete zaman bulamıyor. Şeytan taşlamaktan Kâbe’yi tavafa fırsatı kalmıyor. Kendini savunmaktan başkasına hakkı anlatma zaman ve zeminine kavuşamıyor.
Risale-i Nur’un şu zamanın hayat-ı içtimaiyesine dair getirdiği hikmet ve basiret yüklü imanî ölçülerin umumîleşememesinde, Risale dairesi dışındaki mü’minlerin en azından bir kısmının kusur, hata, taassup ve önyargılarının payını elbette gözardı ediyor değilim. Lâkin, ortadaki olumsuz durumu tamamen onlara yıkıp kendimizi hikmet ve hakikat dairesinde üzerimize düşeni hakkıyla yapmış zannetmeye de vicdanım razı olmuyor.
Zira, bir kere, insanların Risale-i Nur’un hakikati ile kendi şahsî kusurlarımızı ayırmalarını temin edemedik. O yüzden, şahsî kusurlarımız mesleken Risale’ye muhalif olanların Risale-i Nur’a karşı muhalefetlerini bu kusurlarımızı malzeme edinerek haklılaştırmaya çalışmalarına imkân tanıdı. İkincisi, Üstadı koyduğu ölçüler ile yapayalnız ortada bıraktık. Bu ölçüleri el’an benimsememiş olan ehl-i dinin Risale-i Nur’a yönelik itirazına karşı kendimizi kalkan yapacağımız yerde, Risale’yi kendimize kalkan yaptık. "Kardeşim, Üstad böyle söylüyor. O ki şöyle şöyle bir insan. Ahirzaman müceddidi!" gibi yaklaşımlar belki Risale dairesindeki insanları bir derece ikna etti; ama Risale-i Nur’a kalbî bir intisabı olmayan mü’minler böylesi bir üslubla sözkonusu hakikatli ölçüleri teslim etmedi, etmezdi de. Üstadın şahsiyetini ve faziletini gelen itirazlara karşı bir kalkan gibi istimalin ötesinde, Üstadın bu zaman içinde koyduğu bu ölçülerin, Kur’ân’a, sünnete ve de selef-i sâlihînin cadde-i kübrâsına dayandığını; Risale-i Nur’un çizdiği çizginin şu zamana has hususî bir çizgi değil, Asr-ı Saadetten miras alınan müstakim çizginin şu zamandaki uzantısı olduğunu anlatabilsek sonuç çok daha değişik olurduóne ki, başaramadık. Üstad ortada kaldı, Üstadın tercümanı olduğu ölçüler de. Kur’ân’daki âyetler ile bu ölçülerin vech-i irtibatı, Bediüzzaman’ın bu zamanda sergilediği tavır ile meselâ Hz. Peygamberin Mekke’de, Ashabın ise Fitne döneminde sergilediği tavrın nasıl örtüştüğü, selef-i sâlihînin umumî çizgisi ile Risale-i Nur arasındaki irtibat ve insicam.. bütün bunlar ortaya konabilse, birçok samimî mü’min daha doğru ve hikmetli bir yerde durabilir, menfi mizaçların zararı en azından daha dar ve daha hususî kalabilirdi.
Ama, olmadı. Yapamadık. O yüzden, ehl-i dinin ciddi bir kısmı mizansız insanların estirdiği sonuçsuz ve hikmetsiz hülyalar rüzgârına kapıldı; bu da, zararı bütün mü’minlere dokunan gelişmelere zemin hazırladı.
Maamafih, bunu, geçmişte takılıp kalan bir sorgulama olarak değil, gelecekte yapmamız gerekene dair bir ders ve ibret olması bâbında söylüyorum.
Yaşadığım bir şahsî tecrübeyi de, demeye çalıştığım şeyin daha berrak biçimde kavranmasını temin edeceği için, özellikle zikretmek istiyorum.
Şahsen, Risale-i Nur’daki iman dersinin sağlamlığı ve hayatıma anlam arayışında yolumu onunla bulmuş olmanın getirdiği itmi’nan, Risale-i Nur’da zikri geçen "Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez" ölçüsüne benim hep bağlı kalmamı; dolayısıyla da, siyaset-eksenli bir hizmet anlayışına sürekli mesafe koymamı sağladı. Lâkin, uzunca bir dönem sanıyordum ki, bu, İslâm tarihinin ana çizgisine göre bir şâz veya istisna teşkil ediyor! Eski zamanlarda iman hizmeti devlet ve siyaset ekseninde temelleniyordu da; şu zamanın ve yaşadığımız şu zeminin özel şartları hikmeten farklı bir duruşu gerektiriyor!
Fakat, Rabbimin inayetiyle gerçekleştirdiğim ve birkaç yılımı alan İslâm tarihi ve de İslâm düşünce tarihi okumalarım, vâkıanın böyle olmadığını; ümmetin ana çizgisini çizegelen salih seleflerin kâhir ekseriyetinin tarih boyu hep sarayın, devletin ve siyasetin uzağında kaldığını, meselâ mezhep imamlarının bunun en bariz örneğini teşkil ettiğini gördüm. (İmam-ı A’zam’ın zindana atılmasının sebebi, Abbasî sultanının ısrarına rağmen resmî bir görevióbaşkadılığıókabul etmemesi idi sözgelimi. Yine resmî bir göreve asla girmeyen İmam Mâlik, sultanın keyfine keder verdiren haklı ve hakikatlı bir içtihadı yüzünden taciz edilmişti. İmam Ahmed b. Hanbel, iktidar üzerinden dine hizmet projesi yürütmek bir yana, iktidar sahiplerince idam eşiğine getirilmişti. Usul-i fıkhın bânisi hükmündeki İmam Şâfiî, o büyük hizmetini, nisbeten gözlerden uzak bir yerde, Mısır’da gerçekleştirmişti.) Ulemanın ve meşâyihin ana çizgisi, hep, iktidar üzerinden dine hizmet mantığına asla kapılmamak, ama İslâm toplumu dahilinde dinin menfî tarzda istimali anlamına gelen ve çok zulümlere de zemin hazırlayan kıyam ve isyanlardan uzak durmak şeklinde tecelli etmişti. Yani, Risale-i Nur vesilesiyle öğrendiğim "Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez" ölçüsü, yalnızca ve yapayalnızca Bediüzzaman’a has bir ölçü değildi; tarih boyu selef-i sâlihîn’in umumî ölçüsü olagelmişti.
Bu vâkıayı tesbit ile Risale-i Nur’a olan itimadımda gerçekleşen artışı, ve Risale’deki bu ölçünün sair ehl-i dine anlatılmasında bana sağladığı rahatlık ve genişliği herhalde takdir edersiniz.
Bu tecrübemin ikinci adımı, Risale’nin ve selef-i sâlihînin bu ölçüsünün Asr-ı Saadetle; hususan Mekke dönemi ve de ilk Fitne dönemindeki olaylar ve duruşlar ile bağının kurulması idi.
Üçüncü ve son adımda ise, gerek Ashabın, gerek umumen selef-i sâlihînin, gerek Risale-i Nur’un ortaya koyduğu bu ölçünün, Kur’ân ile irtibatını farkettim. Ne Resûlullah sözkonusu tavrını kendi aklınca icat etmişti, ne Ashab kendilerince bu ölçüye ulaşmıştı, ne de selef-i sâlihîn ile birlikte Risale-i Nur. Fetih sûresinin 25. âyeti, Hudeybiye sulhünün bir hikmetini izah bâbında, mü’min ile münkirin ayrışmadığı ortamlarda, yani dahilde dinin menfi tarzda istimaline Allah indinde müsaade olmadığını, tam da ‘masumların uğrayacağı zarar’ ile açıklıyordu: "Eğer o Mekkeli müşrikler içinde bilmediğimiz mü’min ve mü’mineler olmasaydı, eğer bilmeden onları ezecek olduğunuzda başınıza gelecek bilinmedip azap ve helak nazara alınmasaydı, veya onlar ayrılıp bir kenara çekilselerdi..."
Şimdi, şayet bu âyeti ilk kez farketmiş veya Risale-i Nur’daki "Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez" ölçüsünün, âyet bunu öğrettiği için yazılmış ve uygulanmış olduğunu kavramış iseniz, şöyle bir kendinize bakın: Bu ölçüye olan itimadınız ve de bu ölçüyü koyan Risale-i Nur’a itimadınız artmadı mı? Arttı; zira, Üstadın Sünuhat’ta vurguladığı bir sır, ‘me’hazdaki kudsiyet’ sırrı inkişaf etti.
Peki, Risale’deki bu ölçüyü âyet-sünnet-selef irtibatı ile sunmayı hakkıyla becermiş olsak, bu ölçüyü hayatının ölçüsü kılan dindarlar azalır mı, artar mıydı?
Bu soruyu ciddiyetle sormamız; doğru cevabının üzerimize yüklediği gayret ve hamiyet borcunu ise kesinlikle ödememiz gerek!