GEÇENLERDE, BİR vesileyle, üzerinde düşünmeye değer bir iddiayla karşılaştım. Tasavvuf yolunun bir mensubu Bediüzzaman’ın “Zaman tarikat zamanı değildir” sözünü doğru bulmuyor, ve bunun yanlışlığına delil olarak intisap ettiği halkanın mürşidinin öyle rüyada filan değil, doğrudan ve bizzat Hz. Peygamber’le görüştüğü iddiasını dile getiriyordu. Tasavvuf yolu kendisi yirminci asırda yaşadığı halde Hz. Peygamber’le bizzat görüşen mürşidler yetiştirirken, Bediüzzaman nasıl böyle bir söze cür’et edebilirdi ki?
Tasavvufa asla düşman olmayan, bilakis özündeki safiyeti ifade ile beraber içerdiği vâki ve muhtemel risklere dikkat çekip tadil ve tashih edici bir dil kullanan Bediüzzaman’a getirilen bu itiraz, tam da “Telvihat-ı Tis’a”da dile getirilen hatarları hatırlatır durumdaydı. Bir ehl-i tarikin Bediüzzaman’ın tesbitine katılmama hakkı ve özgürlüğü elbette vardı; ama “Benim mürşidim Hz. Peygamber’le görüşüyor, sen kim oluyor da kalkıp lâf söylüyorsun?” gibi bir savunma, tam da Bediüzzaman’ın dikkat çektiği ‘tehlike’nin kapsama alanındaydı.
Gelin görün ki, böylesi bir tehlikeyle yalnızca tasavvuf ehlinin yüzyüze olduğunu söyleyecek durumda da değildim. Benzer sözler ve iddialar, Risale’yle şu veya bu düzeyde irtibatlı mü’minlerin en azından bir kısmı arasında da revaçtaydı. Bugün bile, serdettiği görüşün doğruluğunu teyid için, ‘Hz. Peygamber’le istişare ettikten sonra bu görüşe vardığı’ söylenen; yani aslında onun dile getirdiği görüşün gerçekte Hz. Peygamber’in görüşü olduğu, o görüşe itaatin gerçekte Hz. Peygamber’in görüşüne itaat anlamına geleceği ima edilen isimler vardı aramızda. Halen hayatta olanlar için değilse bile, Bediüzzaman için bunu söyleyenler de vardı.
Haydi, ‘tahkik’ten ziyade ‘taklid’e, âlem-i şehadetin tefekküründen ziyade âlem-i misalin şuhuduna, ‘objektif gerçeklik’ten ziyade ‘sübjektif gerçeklik’e dayanan tasavvuf yolunda böyle bir söylemin varlığının anlaşılır bir tarafı vardı. Peki, ‘dava değil, dava içinde bürhan’ olan, âlem-i şehadetin tefekküründen hâsıl olan bir tahkiki asıl tutan, subjektif gerçekliğe değil de objektif gerçekliğe dayanan Risale-i Nur mesleğinden şu veya bu şekilde beslenenler içerisinde, böylesi söylemlerin revaç bulması nasıl açıklanabilirdi?
Daha da manidar olanı ise, Hz. Peygamber’le bizzat görüşme iddiasının gölgelediği bir aşikâr vaziyetti. Yemen’e kadı olarak görevlendirildiğinde Muaz b. Cebel’in Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın sorularına verdiği cevap, mü’minler arasında en ziyade tekrarlanan hadisler arasındaydı. Bu cevapların Hz. Peygamber’de uyandırdığı memnuniyetten de mü’minler haberdardı.
Önüne bir dava geldiğinde neye dayanarak hüküm vereceğini Hz. Peygamber kendisine sorduğunda, “Allah’ın Kitabına bakarım” demişti Muaz. Allah’ın Kitabında bu hususa dair bir hüküm görmediğinde, böylesi veya benzeri bir durumda Allah’ın Resulünün ne dediğine, ne yaptığına, nasıl hükmettiğine bakacağı cevabını vermişti. Onda da bir hüküm bulamadığında ise, Allah’ın Kitabında ve Resulünün sünnetinde varolan esaslar dahilinde kendi re’yiyle bir hüküm vereceğini belirtmişti.
Bir mü’minin yola koyulurken neye göre yola koyulacağının, karar verirken nasıl karar vereceğinin cevabı, Muaz b. Cebel’in sözlerinde gizliydi. Yola koyulurken yahut yolunda yürürken Peygamber’le görüşmek isteyen, onun elçisi olduğu Kitaba ve onun sünnetine ittiba ederek yapardı bunu. Peygamberle görüşmek isteyen mü’minler için, yirminci asırda bile, kapı hâlâ açıktı; ve bu kapı, Kur’ân’ı ve hadis külliyatlarını açıp okuyan her mü’mine açık durumdaydı.
Diğer bir deyişle, bir mü’minin tuttuğu yolun, verdiği hükmün, ifade ettiği görüşün doğruluğunu tesbit için, onun Hz. Peygamber’le görüştüğü iddiasına sığınmamız gerekmiyor.
Bilakis, böylesi sübjektif iddialar bir yana, ilgili yolu, hükmü ve görüşü Hz. Peygamberin elçisi olduğu Kitabın ve sünnetin mizanlarıyla ‘görüştürmemiz’ gerekiyor.