NUR’UN HER bir Risale’sinin kendi içinde bir riyaseti varsa da İhtiyarlar Risalesi ve Mesnevi-i Nuriye benim dünyamda bir başka yerde durur. Zaman ve mekanla ilgili sorunlar yaşadığımdan mıdır, akıl ile kalb arasında tercihlerde bulunmak noktasında yaşadığım ikilemlerden midir, kah kendimde ihtiyarlığın belirtilerini gördüğümden midir, kah Üstadın Mesnevi’yi yazmaya başladığı yaşa yaklaştığımdan mıdır, yoksa zaman zaman şefkat makamına erip dinginleştiğimden midir, yine zaman zaman aşk makamında inildeyişimden midir dönüp dönüp okurum İhtiyarlar Risalesini ve Mesnevi-i Nuriye’yi. Zamanın, aklın, ihtiyarlığın ve şefkatin ağır bastığı ruh hallerinde İhtiyarlar Risalesini kıraat ederim. O zaman Seyyid Nesimi gibi iki dünyayı kalbime sığdırır, ama bir dünyaya, yani şu halihazır mekana sığamam. Bu akıl sığ gelir, birden kalbleşiveririm. Bu İhtiyar Risalesi beni gençleşiverir, Yunus gibi yine hubbdan huba, aşktan aşka düşer, Mesnevi-i Nuriye’ye dökülürüm. Mesnevi okuya okuya, bir zaman bende mekan, kalb, gençlik ve aşk hüküm ferma olur, neden sonra geldiğim yere, İhtiyarlar Risalesine tekrar dönüş yaparım. İhtiyarlar Risalesi’nden Mesneviye doğru bu med-cezir sürer durur bende.
Bu gece bir med hali, bir mesnevi hali var bende. Zamanın zincirini kırdım, tayy-ı mekanlardayım. Aklım bin karış havada, kalbim sanki bir bilinmeze doğru seyr-ü süluk ediyor. Aşk ruhumun sonu gelmez dağlarında bir at gibi koşuyor, bense onu dizginlemeye çalışıyorum. Kelime kelime, cümle cümle, nota nota.
Evet Üstad Mesnevi’nin bir bölümünü “marifet-i ilahiyede bir hareket-i fikriye ve bir seyahat-i kalbiye ve bir inkişaf-ı ruhiyede tezahür eden bazı Lemaat-i Tevhidideyi, Arabi olarak,” Notalar suretinde kaydetmiş. Ben de Mesneviyi bu Notaları hatırlatır notlar düşerek okuyorum. Mesnevi’yi kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum ama Notalardan arta kalan iki not hemen çoğu kere hatırımda: “Yalnız bir kalbin ardından git.” “Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.”
Mesnevi müellifi Üstadımın Üstadı Hz. Ali’nin ilim için söylediği “ilim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı” mealindeki sözünü yedeğime alarak yukarıda ilki benim hissim, ikincisi Üstadımın fikri olan notu bir nokta olarak kabul edip, onun yanına sadece iki nokta daha ekleyerek, mütebakisini Mesnevi’nin Zühre’sinin On Üçüncü Notasının Beşinci Meselesine havale ederek, cahillerin durumuna düşmeden meseleyi çözümlemeyi umut ediyorum.
Üstad Beşinci Meselede, üstad ve mürşidin masdar ve menba telakki edilmemesi gerektiğini, belki mazhar ve mâkes olduklarını, aynanın muhafaza edilmesini, çünkü mazhar olduğunu, mürşidin ruhunun ve kalbinin bir ayna olduğunu, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olduğunu, müridine aksedilmesine de vesile olduğunu, bunun için vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemesi gerektiğini anlatıyor. Bazen masdar telâkki edilen bir üstadın, mazhar da, masdar da olmadığını, belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarla, o müridin, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir'ât-ı ruhundan gelmiş gördüğünün altını çiziyor. Sözü “Bazan nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.” cümleleri ile bağlıyor.
Risale’nin mesleğinin şefkat olması ve özellikle din meselesinde şahsa bağlılığı hoş görmemesi nedeniyle kendi adıma bir sıkıntı yaşamadım, yaşamıyorum. Neticede ilişki bir Şeyh ve mürit ilişkisi. Ama müridin yerine kendimi, şeyhin yerinede aşkı veya mecazi mahbublardan birini koyduğumda ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğumu anlıyorum. Bir çok şefkat vakasını aşk olarak, bir çok aşk vakasını şefkat olarak anladığımı fark ettiğim günden bu yana Risale’deki bu tür denklem ve misalleri dönüştürerek okumaya çalışıyorum.
Ben Beşinci Meseleyi kendini bir şeye nispet ettirme hevesinde olan, kendini bir başkasının varlığında açıklamaya ve tanımlamaya çalışan, hublardan huba, sevdalardan sevdalara düşen, bir kişinin, konu aşk ve bağlılık olduğunda, üstelik bu aşk ve bağlılık bir şeyh olarak algılanacak kadar önemli olduğunda ne yapması gerektiğini yedeğime alarak okuyorum. Kainatın bir zerresinden insana, insandan kainata doğru bir sefere, bir seyahat-i kalbiyeye çıktığımızda bende nasıl bir inkişaf-ı ruhiye tezahür etmesi gerektiğini hatırda tutmaya çalışıyorum. İlk elden o seyahat-i kalbiyeden çıkan sonuç, “Yalnız bir kalbin ardından gitmek”, o inkişaf-ı ruhiyeden tezahür eden his “Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.” şeklinde oluyor.
Üniversite yıllarında beni “hublardan hublara” düşüren yaralara karşı bu kalbi seyahatler ve ruhi inkişaflar ben de ne kadar hükmederdi hatırlamıyorum, ama o yıllarda mecaz-i aşk ateşi ile yanan ehl-i dünya arkadaşım Hasan’a tiryak olsun diye Mesnevi Nuriye’yi verdiğimi hatırlıyorum. İşte aşkın insanı irşad edebileceğini/irşadına vesile olabileceğini ilk defa o zaman o arkadaşımda gördüm. Aşkı olan şeyhini irşad edip, şeyhinin şeyhi olabileceğini onda gördüm ilk defa. İşte ilk defa o zamanlar başladı bende bu Mesnevi müptelası, Mesnevi üslubunda yazma hevesi. İşte ilk defa o zamanlar başladı aşkı dönüştürmenin, aşka şefkatle muamele etmenin simyası.
İşte o zamanlar başladı ve işte o zamanlar anlamaya başladım. Kainat Rabbimizin sayısız esma, sıfat, şuun ve fiilinden yaratılmış. O kainat içinde milyonlarca mahlukat ve masnuat yaratılmış. İnsan da mahlukatın ve masnuatın vasıflarını mahiyetinde barındırır şekilde kainatın hülasası, özeti olarak yaratılmış. İnsan daha çok hayvanatta tecelli eden mahlukat vasfını cismaniyatında, maddi cihazatında bulundururken, daha çok nebatatta tezahür eden masnuat vasfını maneviyatında, manevi cihazatında bulundururmuş. Hayvanlarda ve bitkilerde, kısacası kainatta her ne var edilmişse, nispi, misli veya ayni olarak insanda da var edilmiş. Yine kainattaki ilahi düzenin devamı için ne gerekiyorsa, nispi, misli veya ayni olarak insan için de aynı şeyler gerekli kılınmış.
İşte o zamanlar anlamaya başladım. Kainat insan için yaratılmış, ama insanla sınırlı tutulmamış. İnsan cismani ve manevi varlıkları itibarıyla eşref-i mahlukat olmaya layık görülmüş olsa bile, derin bir acz ve fakr hali onda hüküm sürecek şekilde yaratılmış. Kainatta her ne var ise onu talep edecek maddi ve manevi cihazat ile teçhiz edilmiş. Maneviyatına sevme, sahiplenme, şefkat, merhamet gibi duygular yerleştirilirken, görme, işitme, dokunma vb. duyuları bu duygularına hizmet edecek şekilde tanzim edilmiş. İnsanın maneviyatına sınır konulmazken, maneviyatındaki kuvve hallerin fiil hale dönüşmesi maddi cihazatı ile sınırlandırılmış. Arzuları, istekleri, ihtiyaçları gönlünün ulaşabildiği noktalara kadar uzandığı halde, iktidarı elinin, en fazla gözünün ulaşabileceği noktalara kadar varabilmiş. Gönlü gözü ile, hayalleri aklı ile, ruhu cismaniyeti ile nispeten sınırlandırılmış. Oysa insanın muhatap olduğu her durum, onda olumlu veya olumsuz bir takım duyguların oluşmasına, akabinde de bunları değiştirme ve dönüştürme ihtiyacına neden oluyormuş.
İşte o zamanlar anlamaya başladım. İnsanın başka bir varlık ile olan muhatabiyeti eğer onda olumlu bir duygu oluşturmuşsa bu ilk önce arzu olarak ortaya çıkarmış. Arzu edilen şeyin onun için nispi önemi, onun ihtiyaca dönüşüp dönüşmeme durumunu ortaya çıkarırmış. Kişi muhatap olduğu şeyi vazgeçilmez bir şey olarak görmeye başladığı andan itibaren bu ihtiyaç duygusu acz duygusuna, acz duygusu da güçlendikçe fakr duygusuna dönüşürmüş. İşte aşk tam da burada devreye girermiş. Zira insan gerçekte acz, fakr, şefkat ve tefekkürden mürekkep bir varlıkmış. Aşk bu dörtlünün ortasına, merkezine yerleşirmiş. İnsanın acz ve fakr tarafı nispeten mahlukat tarafına, yani cismaniyatına baktığı halde, şefkat ve tefekkür tarafı nispeten masnuat tarafına, yani maneviyatına bakarmış. İşte aşk bu sefer de insanın bu mahlukat ile masnuat arasındaki bir yerinde dururmuş. Burada kişi bir yol ayrımında bulunurmuş. Zira bulunduğu yer insanın maddi varlığı/cismaniyeti ile manevi varlığının/maneviyatının, insaniyet ile İslamiyet’in karşılaştığı bir yermiş. Ve insan her halükarda bir karar vermek zorundaymış. Çünkü aşk tabir yerindeyse tarikat mertebelerindeki gibi bir makammış ve o makamda uzun süreli kalınamazmış. Ya zaaf ve ihtiraslarına mağlup olarak, geri düşüp, cismani/şehvani bir hal alırmış ki bunun ucu hayvaniyata çıkarmış yada ileri gidilip ilahi bir hal alırmış ki, bunun ucu da şefkate, oradan da tefekküre çıkarmış.
İşte o zamanlar anlamaya başladım. Mümin bu aşk ikileminde acz, fakr, şefkat ve tefekkürle kemale erip, eşrefi mahlukat sıfatını hak eden bir varlık olabilirmiş. Bunun şartı muhatap olduğu varlığa karşı alaka durumunu, arzu ve bunun bir sonraki aşaması olan ihtiyaç, onun da bir sonraki aşaması olan zaaf ve onun da bir sonraki aşaması olan ihtiras, bunun da bir sonraki aşaması olan inkar durumuna dönüştürmemekmiş.
İşte o zamanlar anlamaya başladım. Kendi sesine ses verecek karşı cinsten bir sesin, kendi kalbine nazır olabilecek karşı cinsten bir kalbin arandığı yaş dilimlerinde bu ilgi, alaka, arzu, ihtiyaç, zaaf, ihtiras ve inkar halleri sıklıkla yaşanırmış. Bu yaşlarda insanlar genelde iki ateş arasında kalırlarmış. Birincisi kendini bir şeye nispet ettirme sevkinin bir sonucu olan aşk ateşi, ikincisi de “aidiyet” duygusunun ön plana çıktığı dava ateşiymiş. Yani aşk ve din ateşiymiş. Şu bir gerçekmiş ki bu ateşlerden birine giriftar olan kişi çoğu kere diğerine de giriftar olurmuş. Zira iman etmek bir istidat işi olduğu gibi, aşk da bir istidat işiymiş. Böyle durumlarda söylenirmiş Fuzuli’nin “Bende Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var / Aşık-ı sadık benem Mecnun’un adı var” mısraları. Bu istidattanmış çoğu kere mecazi aşkla ilahi aşkın arkalı, önlü gelmesi. Bu istidattanmış bazen mecazı aşkın önce gelmesi, sonra da bunun ilahi aşka dönmesi. Bu istidattanmış bazen ilahi aşkın önce gelmesi, peşinden mecazi aşkın gelmesi. İşte aşk burada devreye girermiş şefkatin bir alternatifi olarak. Zira birinci halde insanın kendini ve aşkı aşkla dönüştürerek, kemale ulaşması nispeten kolaymış. Yani aşk-ı mecazinin aşk-ı hakikiye ve aşk-ı ilahiyeye dönüşmesi nispeten kolaymış. Öte yandan ilk önce tutulan ateş aşk ateşi değil de din ateşi ise, bu ateşin ardından mecazi aşka muhatap olma durumunda sorunlar daha da büyük olurmuş. Burası çıkış vermeyebilirmiş.
İşte o zamanlar anlamaya başladım. Aşk ateşi insanı irşad edebilirmiş. Bu yol zor, sıkıntılı, meşakkatli olsa da mümkünmüş. Öte yandan din ateşi de insanı irşad edebilirmiş. Eğer din ateşi insanı irşad etmişse bu kişinin aşkı irşat etmesi daha kolaymış. Ama henüz din ateşi ile tam pişmemiş, ham insanlar aşk-ı mecazi ateşi ile karşılaşırlarsa onların bu ateşten yara almadan kurtulmaları ilkine göre çok zormuş.
İşte o zamanlar anlamaya başladım. Arap şairi Kahriyyat’ın da dediği gibi kainat da, insan da bir takım merhalelerden geçe geçe bir kemal noktasına doğru gidiyormuş. Yeter ki insan yaratılış gayesine uygun bir hayatı yaşamak konusunda azimli olsun. Mahiyetinde derc edilen maddi ve manevi cihazatları usulünce işletebilsin. Yeter ki aczini, fakrını bilip, kainatla şefkat ve tefekkür penceresi ile ilişki içinde bulunabilsin. Yeter ki aşka sürgün verebilen zaaf, ihtiras ve inkar hallerinden uzak durabilsin. İşte o zaman insan “Mekteb-i aşk içre Mecnun ile birlikte okudum / Ben mushafı hatmeyledim Mecnun velleyl’de kaldı.” Yani Leyla’da kaldı, diyebilirmiş. İşte o zaman Şeyh diye tutunduğu aşka/maşukuna şefkatin yüksek perdesinden bakarak, şeyhini irşat eder, şeyhinin şeyhi olabilirmiş.
İşte o zamanlardan bu yana ben hala Risale’yi, en çok da Mesneviyi sevmeye devam ediyorum. Ne var ki ben o zamanlardan bu güne hala, aşk ateşi ile yandığı zamanlar kendisine tiryak diye Mesnevi’yi verdiğim Hasan’dan başka aşkın irşad ettiği bir şakirt görmedim, göremiyorum.