BİR ARKADAŞIMIZ İstanbul’da araba sürmenin yarısı vurmamak, yarısı da vurulmamak derdi. Sanırım Karakalem de de bu düstur geçerli hale geldi. Artık vurmayan yazılar yazmanın, düşündüklerinizi ortaya koymanın yanında bir de “acaba bu yazı hakkında okuyucular ne düşünürler, birileri çıkıp bize vurmaya kalkışır mı?” gibi bir handikaba da düşmeden edemiyoruz.
Bu sitenin editörü yıllar önce şöyle söylemişti:
“Öyle yazmalısın ki, hem doğru anlaşılacaksın, hem de yanlış anlaşılmayacaksın”
İyi de yazının başlığını niye büyük yazdığıma dahi müdahale eden, biz hep haklıyız, haklıydık, haklı olacak ve haklı kalacağız anlayışı ile, sen sadece roman yaz kardeşim, sosyal ve siyasi konuları ağabeylerimize bırak düşüncesi ile, inşallah Bursalı hocanın (kimse!) akıbetine uğramazsın duası ile, cevşeninizi ikiye çıkarıp gardınızı alın tavsiyesi ile veya yazılarımızı birilerine ispiyon etmek ile yanlış anlaşılmadan yazabilmek ne kadar mümkün acaba?
Yine editörümüz bir başka yer ve zamanda şöyle demişti: “Beni hatasız diye sevecek arkadaş aramıyorum, beni hatalarımla sevip, hatalarımdan beni kurtaracak arkadaşlar arıyorum.” Bir defa yazarları ile, yorumcuları ile biz karşı saflarda olduğumuzu sanmıyorum. Bilakis aynı kaynaklardan istifade ettiğimizi düşünüyorum. Öyleyse bu tahammülsüzlük, bu saldırı, bu ezip geçme psikolojisi niye? Biz bu sitede fikir alışverişi yapamayacak mıyız? Düşüncelerimizi doğrusu ve yanlışı ile ortaya koyup hakikatin tüm cephelerine bakmaya çalışmayacak mıyız? Ben, benim her yazdığımı doğrulayan okuyucular aramıyorum, ancak katılmadığı noktaya fikren itiraz eden okuyucular arıyorum.
Evet ben aslen kendimi romancı olarak tanımlıyorum ve yazılarımı da romanın açık yürekliliği ile, kim ne düşünür anlayışından uzak yazıyorum. Benim yazılarım yüreğimden olduğu gibi çıkmalı. Filancıların ne düşüneceği korkusu ile eğrilip kırılmamalı. Bu ülkede, evrim aleyhinde yazı yazanların üniversitelerden atıldığı, bir partiyi övmediği için Ahmet Taşgetiren gibi bir ihlas abidesinin susturulmak istenildiği, onca yazarın sadece patrona yalakalık yapmadıkları, empoze edilen fikirleri yazmadıkları için kapı dışarı edildikleri bir ülkede fikir namusunu koruyarak yazmanın oldukça zor olduğunu biliyorum.
Ama ben her nerede olursam olayım kendime göre doğruları söylemeyi ve doğruları müzakereye açmayı asıl kabul ediyorum. Bu tespitlerimde yanılamaz mıyım? Elbette ki herkesin her konuda yanılabilme hakkının bulunduğunu düşünüyorum. Asıl dostsak, kardeşsek yanılgılarımızı fikren ortaya koymalı değil miyiz? Düşünceyi kişiselleştirip, “Kardeşim sen Yalnız Adam romanlarına devam et” üslubunun ne kadar bize yakıştığını sorgulamak istiyorum.
Bir zaman “Dönekliğe övgü” denemesi yazmıştım. Halen de aynı düşünüyorum. Biz aptal insanlar değiliz. Yanlışta sadece aptallar ısrar eder. Benim düşüncemin yanlış olduğunu birisi çıkıp ispat ederse ben hiç direnmem. Yanlıştan dönmeyi fazilet kabul ederim. Biz peygamber değiliz ki hatasız olalım. Ben bu hayatı bilerek, isteyerek, her dakikasını kendimin kılarak, duyarak, düşünerek, uyanıklık içinde yaşamak istiyorum. Buyurun yanlışımı ispatlayın, yanlışta ısrar etmediğimi göreceksiniz. Ama artık lütfen “hah bir açığını daha yakaladık, hadi üstüne çullanalım, veya ağabeylerimize söyleyelim de şunu bir güzel dövsünler” anlayışı bana çok ihlassızlık gibi geliyor. Müminlerin böyle bir anlayışın içinde olabileceklerini düşünmek bile istemiyorum.
Geçenlerde Murat Çiftkaya dostum bu sitede kişisel gelişim konusunu kendince tenkit eden bir yazı yazdı. Bu onun şahsi fikirleriydi ve katılmıyorsam bana karşı fikir üretmem, onun düşüncelerini fikren çürütmem düşüyordu. Oysa yine üstüne bir sürü hakaret çullandı. Bu duruma Murat o kadar şaşırdı ki “bilmeden ben ne yapmışım!” demeye başladı. Lütfen! Bu tavır bize hiç yakışmıyor. Biz sadece düşüncelerimizi paylaşmak, müzakere etmek, yanlışımız varsa düzeltmek ve düzeltilmek istiyoruz. Lütfen bize söylemediğimiz şeyleri isnat etmeyin. Bizim kimseye galip gelme veya hiçbir zümreyi tenkit etme gibi bir derdimiz yok. Yorumlarda şu grup böyle, filanca grup şöyle deniliyor.Ben burada grupların görüşlerini değil, hakikatı sorgulamaya çalışıyorum. Belki havaya bir taş atıyorum, hiç kimse taşın altına girip de “bu taşı bana attın” demesin. Ben sadece sorgulamanın her şeyden daha önemli olduğuna inanıyorum ve bu iradenin bizi ileriye götürebileceğini düşünüyorum. Ve önce kendi kendimizi sorgulayamazsak, başkaları ile beraberken de bir işe yaramayacağımıza inanıyorum.
Hadiselerin anlamı, “birer lafz-ı mücessem olan” eşyanın mahiyeti, hayatın cilveleri, insanın neye, nereden ve nasıl baktığı ile ilgili değil midir? Bulunduğumuz ve gördüğümüz yere göre hakikatler değişmez mi? Hazret-i Ömer, Peygamber Efendimizin, bazı insanların kalpleri İslama ısınsın diye verdiği maddi yardımı veya ganimeti halife olunca kaldırmadı mı? Doğrular zamana, şartlara ve bakış açımıza göre her zaman sabit mi kalmalılar? Veya bu o kadar övünülecek bir şey midir?
Evet, benim son romanım yorumlarda hatırlatıldığı gibi Yalnız Adam. Ve ben düşüncenin, sorgulamanın, kalabalıklar içinde kaybolmamanın, yanlış gördüğümüze direnmenin Yalnız Adam olmayı göze almakla mümkün olduğuna inanıyorum. Bu bedeli ödemeye de hazırım. Zaten yalnızlığı da seviyorum. Ancak bana Yalnız Adam’ı hatırlatanlara ilk romanımın adının da “Sürüden Ayrılma Zamanı” olduğunu söylemek istiyorum. Bu ilk romanım çıkınca “ama sürüden ayrılanı kurt kapar” dediler bana. Yıllardır bu sözün kolay ve rahatça sürüleşmemizi ve güdülmemizi isteyen kurtlar tarafından uydurulduğunu anlatmaya çalışıyorum…
Ağlamadan
dillerim dolaşmadan
yumruğum çözülmeden gecenin karşısında
şafaktan utanmayıp, utandırmadan aşkı
üzerime yüreğimden başka muska takmadan
konuşmak istiyorum.