YAZININ BAŞLIĞINI “Nur-u Muhammed Olmadan Asla” koydum. Bunun bir nedeni var. Hatırlarsınız on yıl kadar önce Betty Mahmudi isimli batılı bir kadın yazarın bir kitabı yayımlanmıştı. Mahmudi İran’lı bir erkekle evlenmiş, ardından gelen boşanma olayı da kitabın omurgasını oluşturmuştu. Kitabın adını hatırlamışsınızdır: “Kızım Olmadan Asla”. Kitapta İran rejiminin uygulamaları üzerinden İslam’a saldırılıyordu. Bu gün Batı dünyasında İslamiyet üzerine yapılan saldırılar çok daha vahim ve sistemli. Doğrudan, birebir Efendimiz Muhammed Mustafa hedef alınıyor. İşte bunun için bu yazının başlığını böyle koydum: Nur-u Muhammed Olmadan Asla.
Nur-u Muhammed olmadan nasıl bir şey olsun ki şu alemde. O ki, on sekiz bin alemin Muhammed Mustafa’sı idi. Alem kendisi için yaratılmıştı. Kainat ağacının çekirdeği ve meyvesiydi. Rabb’imizin O’na olan şefkati kainatın yaratılmasına, O’nun Rabb’imize karşı olan muhabbetinin en güzel ifadesi olan duası cennetin yaratılmasına sebepti. O olmasaydı, ne kainat, ne de cennet olacaktı. O oldu, cennet ve cehennem oldu. Ona muhabbet edenler cennetlik, düşmanlık edenler cehennemlik oldu. O oldu, her şey oldu. O olmasaydı ne olurdu? Nur-u Muhammedden olmadan asla hiçbir şey olamazdı, olamazdı.
Resulallah her haliyle aleme bir misal, insanlığa bir timsal oldu. O’nda toplandı bütün bir kainat. O da varlığını aleme yaydı. Nuru bir güneş oldu, kainatın en güzel renklerini içinde topladı. Sonra demet demet aleme yansıttı. Bütün alemi aydınlattı. İmana, insanlığa muhtaç gönülleri ısıttı. O olmasaydı, asla, ne güneş, ne de güneş gönüllü insanlar olurdu.
Doğumu mucizelerle başladı. O’nunla hayat verildi aleme. O’nun nurundan kan verildi kainata. Dokunduğu yere hayat verdi. Ağaçlar onunla yeşerdi. Taşlar onunla konuştu. Kuşlar onunla uçtu. Sütten kesilmiş hayvanlar O’nun eli ile baştan ayağa süt kesildi. Çocuklar onunla doydu süte. Anneler O’nunla tattı anneliği. Dervişler O’ndan aldılar feyizlerini. Şairler O’nun nuruyla süt gibi duru şiirler yazdılar. O aleme ab-ı hayat gibi süt verdi. Bütün alemi nuru ile O emzirdi. Kainat onunla hayat buldu. Adını duyanlar, adını ananlar tekrar tekrar O’nda doğdu. O doğdu, bütün alem yeniden doğdu. O doğmasaydı bütün alem asla hiçbir zaman doğmayacaktı.
O’nunla canlara can geldi. O’nunla canlar cananını buldu. O’nun yokluğunda canlar son buldu. O’nun yokluğunda canlar cananlarını kaybetti. O’nunla canlar kendilerini kaybetti. O’nun için canlar verildi. Onun için canlar alındı. O nur kainata can oldu, canan oldu. O nur canlar aldı, canlara can verdi. O Nur-u Muhammed kainattan çıksaydı eğer, bütün kainat birden vefat edecekti. O Nur-u Muhammed olmasaydı ne canlar, ne cananlar, hasılı bütün bir kainat asla yaşayamayacaktı.
Doğumu mucizelerle başladı. Hayatı mucizelerle sürdü. Vefatından sonra kaynağını kendinden alan bir çok mucize gerçekleşti. Bir çok evliya, asfiya O’nun gönlünden aldığı nur ile keramet ve keşfe mazhar oldu. Bir çok insan onunla kemale erdi. O olmasaydı asla hiç kimse ne kemale, ne de keramete erecekti.
Bütün alemi bilirdi O. Bütün alem de O’nu. Bütün alem O’nun büyüklüğüne dellallık ederdi. Her bir mahluk O’nu kendi lisanıyla alkışlardı. Her bir masnu O’nunla aynı çağda yaşamaktan şeref duyardı. Her insan onu tanıyarak eşref-i mahlukat olurdu. Canlar tanırdı O’nu, canlılar tanırdı. Cenazeler O’na tanıklık ederdi. O Nur-u Muhammedi tanıtmasaydı kendini bize, biz asla tanıyamazdık ne O’nu, ne de bu alemi.
Kainata O’ndan nurlu bir suret verildi. Babalar şefkatin aksini O’nun sesinde işitti. Anneler O’nun yüzünde gördüler çocuklarını. Asırlarca çocukların rüyalarını süsledi. Babalar O’nunla işitmeye başladılar, Anneler O’nunla görmeye başladılar. Çocuklar O’nunla işlemeye başladılar rüyalarını nakış nakış aleme. Alem O’nun siretinden bir resim oldu. O resme bakanlar O’nda O’nu yaratan Rabbin izini, özünü gördüler. O olmasaydı, babalar sağır, anneler kör; çocuklar rüyasız, elsiz, ayaksız olurdu. O Nur-u Muhammed olmasaydı asla ne anneler, ne babalar, ne de çocuklar olurdu.
O’ydu kız çocuklarını diri diri mezara konulmaktan kurtaran. O’ydu babaların yüreklerine şefkat ve merhameti koymaya vesile olan. O’ydu annelerin kız çocuklarının diri diri gömülmemesi için ettikleri duaların kabulüne vesile olan. Bütün kız çocukları bir ‘Fatıma’ idi O’nun gözünde. Fatıma O’nun gözbebeğiydi. Fatıma canından bir parça, O bütün kız çocuklarının yüreklerinden bir parça. O lisan-ı haliyle “Kızım Fatıma olmadan asla! Fatımalar olmadan asla” diyordu. Bütün kız çocukları ise şöyle diyordu: “Nur-u Muhammed olmadan asla!”
...
Kainata O’ndan nurlu bir suret verildi. Ama O suretinin resmedilmesini istemezdi. Hele hele O’nunla alay etmek için resmedilmesine asla izin vermezdi. Bunun için şeytan O’na saygısından rüyada bile O’nun suretine giremezdi. Varsın şimdi yeryüzünde şeytanları bile aratan şeytan siretli birileri çıkıp, O’nun suretini resmetmeye kalkışsın. O peygamber aşığı bir şairin diliyle “Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar” diyor ve onların dünyasından çekip gidiyor. Artık O’nun Nur’unun o zalimlerin dünyasından çekilme vakti gelmiştir. O ki bütün alem için bir nurdur. O’nun nuru gidince kainat vefat edecektir. Bu kainat O nursuz asla yaşayamaz. O zalimler de O nursuz yaşayamayacak.
On sekiz bin alemin Mustafâ'sı olan Efendimizin suretini çizmenin ne zor olduğunu bilen müminler hassaten aşk ehli onun sureti yerine siretini resmettiler. Tarihin en güzel sanat ve edebiyat eserleri O’nun siretine ve suretine yansıyan nurdan alınan feyiz ile gün yüzüne çıktı. Bir çok şairin hemen her şiiri unutuldu, ama onlar O’nu andıkları şiirleriyle anılmaya devam ettiler. Onlar anlamışlardı ki, O’nu yazmadan asla tarih onları yazamaz, O’nu anmadan hayır, asla hayırla anılamaz.
O kendisine hayasızca ve ahlaksızca dil uzatanlar için bir hastalıktı, bir azaptı. O’nun adını hürmetle ve aşkla güzelce ananlar için ise şifaydı. Onlardan birisi olan İmam Busayri hem hattatlık yapar, hem de O nuru öven naatlar yazardı. Felç illeti ile muzdaripken yazdığı “El-Kevakibü’d- Dürriye fi Medh-i Hayrü’l Beriyye” isimli kasidesini rüyasında Resulallah’a okumuştu. Bir beytinde takılınca Efendimiz beyti tamamlamış ve okuduktan sonra Peygamberimiz (a.s.m.) felçli kısmı sıvazlayarak onun sırtına bir hırka giydirmişti. Busayri uyandığında şifa bulduğunu görmüştü. Üzerinde de o hırka vardı. Bundan dolayı bu şiire Kaside-i Bürde (Hırka Kasidesi) veya Kaside-i Bür’e (Şifa Kasidesi) denilmişti. Bir şiir ki O Gül-ü Muhammedi’yi övüyor, Gül-ü Muhammedi de ona şifa oluyor. Bakın ne diyordu o şiirde Busayri: Her yönden hücum eden korkunun türlüsünden /Ancak O Sevgili kurtarabilir bizi, O’nun merhameti, O’nun şefaati... Kim döndüyse sesine, koşup yapıştıysa O’nun eteğine, / Yapışmış oldu kopmaz bir ipe, hiç kopmaz ve tam kurtarıcı...
Peygamber aşığı Yunus asırlar önce “On sekiz bin alemin Mustafa’sı / Adı güzel, kendi güzel Muhammed” diye diye selamlamıştı O’nu. Bu aşkla iki cihanda O’nsuz yaşamanın mümkün olamayacağını ifade etmişti. O’na aşık olmanın O’nun yolundan gitmekle mümkün olacağını anlatmıştı: Aşık Yunus neyler iki cihânı sensiz, / Sen Hak Peygambersin şeksiz, gümânsız / Sana uymayanlar gider imânsız / Adı güzel, kendi güzel Muhammed.
Yunus Emre O’na bu dünyada uymuş, cennette Efendimizle vuslata kadar O’nun gül cemalini rüyada görmenin düşünü kurmuştu: Hub cemâlin bir kez düşde seyretsem / Ya Muhammed cânım arzular seni.
Bu hakikati en çok Yunuslar bilebilir: Nur-u Muhammed olmadan, asla ne hayatlara, ne de rüyalara gül yağar.
Mevlana muhabbeti hayatının merkezine koymuş, bir dünya gibi menzilinde dönüp durmuştu. O da bilirdi ki dünya Muhammed Mustafa’nın muhabbetiyle döner. Muhabbet ve Muhammet birbirinden ayrı düşünülemez. Muhabbetsiz Muhammed’den bir şey hasıl olmadığı gibi, Muhammed’siz muhabbetten de bir şey hasıl olamaz. Nur-u Muhammed’e muhabbet olmadan asla muhabbet olamaz. Bunu en çok Mevlana meşrepli gönüller hissedebilir.
Mevlid yazarı Süleyman Çelebi’nin yaşadığı günlerde Müslümanlar güçlüydü. Dolayısıyla Efendimize karikatürlerle falan hakaret etmeye kimse cüret edemezdi. Ama o dönemde de bazı sapkın kişiler yok değildi. Süleyman Çelebi benzerlerine bu günlerde de sıkça rastladığımız bir vaiz yüzünden yazmıştı ruhlarımıza inşirah veren Mevlid’i. Vaiz Ulu Camide Peygamberimizin diğer peygamberlerden farkı olmadığını tahfif eden sözlerle anlatınca, Süleyman Çelebi ayağa kalkmış ve şu mealde konuşmuştu: “Peygamberimizle diğer peygamberler arasında peygamberlik cihetinde bir fark yoktur. Ama faziletçe Efendimiz hepsinden üstündür.” O günden bu güne kadar milyonlarca mü’min Süleyman Çelebi’nin yazdığı “Mevlid” ile tekrar tekrar doğuyor, o Resul-ü Pak’a salat-ü selam getiriyor ve şöyle diyor: Bû gelen aşkına devr eyler felek / Yûzüne müştâkdır ins ü melek....
Evet Nur-u Muhammet aşkı olmadan asla devr eyleyemez felek.
Bir peygamber aşığı olan Fuzuli de kainatın sebeb-i hilkati, hepimizin ekmeği, suyu, havası Efendimiz için yazdığı “Su Kasidesi” isimli şiirinde O’nun ellerine bir su olarak da olsa dokunabilmenin özlemini çekiyordu. Öyle bir özlem ki, sonu ölüme çıksa bile umursanmıyor. Bu hali su gibi kan akıtan insanlar nasıl anlayabilirler ki: Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen kirpiklerinin sözünü korka korka söyler. / Dostlarım! Şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem, öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun.
Peygamberler şehri şairi, Muhammed Mustafa âşığı Urfalı Nâbî, padişah IV. Mehmed döneminde Hacca gitmek üzere bir kısım devlet erkanıyla birlikte yola çıkmıştı. Kafile Medine-i Münevvere’ye yaklaşmıştı. Vakit geceydi. Rasulüllah (s.a.v) Efendimiz’e bir an önce ulaşma özlemiyle Nâbî’nin gözüne uyku girmemişti. Fakat kafiledeki bir devlet adamı, hem de ayaklarını kıbleye doğru uzatmış, uyuyordu. Hz. Peygamber (s.a.v)’in beldesinde, edebe aykırı böyle bir gaflet hâlini bir türlü hazmedemeyen ve çok üzülen Nâbî, içinden gelen bir ilhamla kaside söylemeye başladı: Burası Allah’ın sevgilisinin beldesidir./ Cenâb-ı Hakk’ın nazar buyurduğu, / Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.v)’nın makamı, Ravza-i Nebî’dir. / Bu Gökteki yeni ay, Bâbüsselâm kapısının yüreği yanık aşığıdır. / Ayın kandili Cevzâ yıldızı bile ışığının nurunu ondan almaktadır. / Burası, Allah (c.c)’ın sevgilisinin ebedî istirahatgâhının, türbesinin bulunduğu yerdir ve fazilet bakımından Cenâb-ı Hakk’ın izniyle onun arşına çıkartılmıştır. / Bu toprağın ziyâsından, yokluğun karanlıkları ortadan kalktı. / Bütün yaratılmışların görmeyen gözleri açıldı, çünkü bu toprak, gözlere şifa veren sürmedir. / Bu dergaha edep ölçülerini gözeterek gir; çünkü burası meleklerin tavaf ettiği ve Peygamberlerin tecelli ettiği bir yerdir.
Kafile şafak vakti Medine-i Münevvere’ye giriyordu. Ravza-i Mutahhara’nın minarelerinden sabah ezanı okunuyordu. Müezzin, ezanın ardından Türkçe bir kaside okumaya başladı. Nâbî, dikkat etti ki, okunan şiir kendi şiiridir. Hemen minarenin kapısına koştu. Müezzine; “Allah aşkına, okuduğun bu kasideyi nerden öğrendin” dedi. Müezzin “Gece rüyamda Efendimiz (s.a.v)’i gördüm, bana dedi ki: Ümmetimden Nâbî adında bir şair, benim hakkımda şu kasideyi yazdı, hoşuma gittiği için bunu okumanı arzu ediyorum. Ben de rüyamda Efendimizden öğrendiğim beyitleri aynen okudum.” dedi. Nâbî, sevincinden oracığa bayılıp düştü. Bu gün hala O’nun bir iltifatı ile bayılan gönüller var. Ama bu gün hala O’na hayasızlık edenler de var. İnsanlar O’nun muhabbeti olmadan asla ne ayılabilecekler, ne de bayılabilecekler.
“Rahmetle anılmak budur amma / Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecek” diyen tevazu timsali Mehmet Akif Ersoy’un Rasülallah aşkı bambaşkaydı. Bırakın İstiklal Marşı’nı, bir tek şu şiiri bile onun ebediyyen rahmetle anılmasına yetecektir. İşte onun “Necid Çöllerinden Medine’ye” isimli şiiri: Yâ Nebî, şu hâlime bak! / Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahranın; / Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın! / Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum; / Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum. / “Tahammül et!" dediler... Hangi bir zamana kadar? / Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var! / Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak; / Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak... / Yıkıldı hepsi... Ben aştım diyâr-ı Sûdân'ı, / Üç ay "Tihâme!" deyip çiğnedim beyabanı. / Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada; / Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdada: / Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin; / Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin! / İrâdem olduğu gündür senin irâdene ram, / Bir ân için bana yollarda durmak oldu haram. / Bütün heyâkil-i hilkatle hasbıhâl ettim; / Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim! / Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü... / Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü? / Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir... / Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir? / Beş altı sineyi hicran içinde inleterek, / Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek? / Demir nikaabını kaldır mezâr-ı pâkinden; / Bu hasta ruhumu artık ayırma hâkinden! / Nedir o meş'ale? Nurun mu? Yâ Resûlallâh!...
Sizi böyle çağıran biri olsaydı siz gitmez miydiniz onun yanına? Onun şiirlerine, rüyalarına misafir olmaz mıydınız? O ki sizden, benden, hepimizden, her şeyden daha büyük. O ki kendine bir adım gelinse on adım gelir o kişiye. O ki “Yâ Nebî, şu hâlime bak!” diyenlerin yüzüne baktı, yardımına yetişti. O’ndan yardım dileme güzelliğini göstermeyenlerin yardımına kim yetişecek, yüzlerine kim bakacak? O bakmazsa birinin haline, bütün alem ebediyyen asla bakmaz onun yüzüne.
Yine ebediyyen anılmaya devam edilecek Necif Fazıl’ın Resulallah aşkını nasıl anlatmalı. O ki “Esselam”ı, ve “Çöle inen Nur”u yazdı. O ki sahabelerin M. Mustafa’ya olan muhabbetlerini misal almıştı kendine. Sahabelerin yanında Resulallah anılsa, onların yürekleri yerinden fırlayıverecekmiş gibi olurdu da, hemen ellerini kalblerinin üzerlerine koyarlardı. Necip Fazıl da öyleydi. O Peygamberimizin adını bile anmaya dayanamazdı. Onun için kitaplarında Muhammed Mustafa’nın geçtiği yerlerde ancak “M...” harfini yazabildi. Bu edeb Necip Fazıl’a “Şairlerin Sultanı” payesini getirdi. Acaba Resul ile güya alay edenlere bu halleri ne paye getirdi ve getirecek. O’ndan paye alamayanlar, asla kimseden hiçbir paye alamazlar.
Sevince bir kez M. Mustafa’yı, bu alem bir sürgün yeri, bu hal bir sürgün olur. O’nun mekanı aşkın başkentidir. Oradan başka gidilecek bir yer yoktur. O’nu sevmenin aşısı bir kez damarlarda dolaşmaya görsün, artık O’nsuz bir hayat sonsuz da olsa yaşanmaya değmez. O’nunla, O’nun sevgisiyle doğmuşsan bir kez, ne O’nsuz yaşanır, ne de O’nsuz ölünür. Sezai Karakoç O’nu sevenlerden. O’nsuz bu alemi bir sürgün yeri gibi görenlerden. Karakoç bakın nasıl sesleniyor Allah Rasülüne: Senin kalbinden sürgün oldum ilkin / Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği / Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında / Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim / Af dilemeye geldim affa layık olmasam da / Uzatma dünya sürgünümü benim /.../ Bütün şiirlerde söylediğim sensin / Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin / Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi / Sevgili / En sevgili / Ey sevgili / Uzatma dünya sürgünümü benim /.../ Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda / Verilmemiş hesapların korkusuyla / Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim /Af dilemeye geldim affa layık olmasam da /..../Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır / Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır / Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır / Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır / Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır / O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır / Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır / Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır / Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır / Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır / Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır / Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır / Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır / Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır.
Şair Arif Nihat Asya da bir Naat’ı ile ebediyyen anılacak şairlerden. Yıllar önce yazdığı şiirinde sanki bu günleri hissetmiş gibi sesleniyordu: Şimdi seni ananlar, / Anıyor ağlar gibi... / Ey yetimler yetimi, / Ey garipler garibi; / Düşkünlerin kanadıydın, / Yoksulların sahibi.../ Nerde kaldın ey Resûl, / Nerde kaldın ey Nebi? /.../ Yeryüzünde riyâ, inkâr, hıyanet /Altın devrini yaşıyor... / Diller, sayfalar, satırlar / “Ebu Leheb öldü” diyorlar. /Ebû Leheb ölmedi, yâ Muhammed / Ebû Cehil kıt’alar dolaşıyor! /.../ Şu tekbir getiren mağara, / Örümceklerin değil; / Peygamberlerindir, meleklerindir.../ Örümcek ne havada, / Ne suda, ne yerdeydi; / Hakkı göremeyen / Gözlerdeydi! /.../ Yüreklerden taşsın / Yine, imanlar! / Itrî, bestelesin Tekbîr’ini; / Evliyâ, okusun Kur’ân’lar! / Ve Kur’ân-ı göz nûruyla çoğaltsın / Kayışzâde Osman’lar / Na’tını Galip yazsın, / Mevlid’ini Süleyman’lar!
...
En güzel besteler O’nun için yapılır. En güzel Kur’an’lar O’nun için yazılır. En güzel naatlar onun için yazılır. O’nun adı anılmadan asla hiç bir şey güzel olamaz. O’nun için olmayan hiçbir şey asla yapılamaz, yazılamaz..... Tıpkı bu yazıda olduğu gibi. Bu yazı beş yaşındaki kızımız Azra’nın Efendimizin kızı Fatıma’yı (r.a.) hatırlatan hali ile odada “Muhammed” adını ana ana dolaşmasının bereketiyle doğdu. Azra Yunus’un “Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed” ilahisini söylüyor, “Muhammed beni seviyor” diyordu bu yazı yazılırken. Azra Mevlid kandilinde doğdu. Biz de ona Efendimiz’in vefat ettiği şehir olan Medine’nin diğer ismi “Azra” ismini verdik. Azra daha üç yaşında iken Peygamberimizi rüyasında gördüğünü söylemişti bize.
Ben kızımın Mevlid kandilinde doğmasını Rabb’imin bana en büyük hediyesi olarak bildim. Ve adımın M. Mustafa’nın adını taşımasını en büyük servetim saydım. Ben ki O’nun adı Mustafa’yı taşıyorum. O’nun için bin canı olsa feda edecek olan Üstadım gibi diyorum: Sözlerimle O’nu övemedim. O’nunla sözlerimi övdüm. O’nun da Azra’ya, bana ve bütün müminlere şefaat etmesi ümit ediyorum.
...
Başa dönelim. Ne demişti Betty: Kızım olmadan asla.
Ben de diyorum ki:
|8Sensiz yapamıyor, ne Fatma, ne Azra
Sen olmadan asla olmuyor bu dünya
Ya Muhammed Mustafa.... |9