Geleceğin sansürleri

EHL-İ DİNİN kadim problemidir söylem-eylem uyuşmazlığı. Açık toplum ister, kapalı cemaat yapıları kurar. Dışarıya karşı özgürlük talep eder, ‘içerideki’ özgürlük taliplerini kapı dışarı eder. Yönetim veya yargı mekanizmalarından gelen bir sansüre haklı olarak itiraz eder, ama kendi içinde haksız olarak sansür uygular. Bir tek ‘vitrin malzemesi’ olarak davet edilen ‘dışarıdan’ kişiler muaftır bundan. ‘Bizdensin’ diyorlarsa, fikriyatınıza müdahale kapıda demektir.

Bunun böyle olduğunu, eli kaleme değmiş ve gözünün gördüğü, aklının dediği ve kaleminin yazdığı arasına bir ‘rant’ ya da ‘pazar’ hesabı koymamış her mü’min bilir. Bilir, çünkü bizzat yaşamıştır.

Bizim mahalle, sansürlü yazar, sansürlü konuşmacı, sansürlü yazı, sansürlü kitap ile doludur. Başkalarına ziyadesiyle harcandığından olsa gerek, mü’minlerin birbirine müsamaha edecek mecali neredeyse hiç yoktur.

(‘Müsamaha’ kelimesini bile mecburen yazarsınız; çünkü bugün daha çok kullanılan Türkçe karşılığı neredeyse bir grupla özdeşleştirildiği ve o grup tarafından mutlaklaştırıldığı için, “Başkalarına ziyadesiyle harcandığından olsa gerek, mü’minlerin birbirini hoşgörecek mecali neredeyse hiç yoktur” cümlesinden birileri düşmanlık, birileri dostluk mesajı çıkarırlar; öyle ki, tek bu kelime yüzünden arkanızdan övgüler yığanlar da, sövgülerine sizi alet edenler de çıkar; o kargaşada, ne dediğiniz, niye dediğiniz, kime dediğiniz buharlaşır.)

Neticede, bizim mahalle, tek bir kelimeye binaen bir kitabın yasaklandığı, tek bir cümleye binaen bir insanın üstünün çizildiği bir diyardır. Bu diyar, ‘Başkalarının günahına ağlayan adam’ söylemi pazarlanırken, ‘mü’min kardeşinin günahına’ ağlamak değil damga vurup dışlamanın reva görüldüğü diyardır da.

Böyle bir diyarda ‘sansür’ ziyadesiyle hüküm sürüyor. (Bu cümleye bakıp, lâdinîler de sevinmesinler yalnız. Türkiye’de sansür, yalnız dindar kesimde geçerli değil elbet; her yıl ‘sansürün kaldırılışı’nı kutlayanların hakim olduğu çevrelerin sansür karnesi hiç de temiz değil. En özgürlükçü görünen sol kesimlerin bile ne denli sansürcü olduğunu ise, iki ay önce bir ‘solcu’ türkücü-oyuncunun röportajında bir kez daha öğrenmiş oldum: “İçinde Allah kelimesi geçiyor diye bazı türküleri okumazdık.”)

Bununla birlikte, benim derdim, ‘ötekiler’le değil. Nefis-merkezli bir hayatı tercih eden insanlardan gerçekten özgürlükçü, gerçekten ilke-merkezli, gerçekten çıkarına rağmen söylemiyle tutarlı kalabilen bir eylem beklemiyorum zira. Böyle olanlar göz baş üstüne, ama beklentim böyle değil.

Gelin görün ki, mü’min kardeşinden sözü ile fiili arasında bir tutarlılık görmek; görmediği yerde ise en azından bir utangaçlık, hafiften bir yüz kızarması görüp bir özür ve istiğfar duymak istiyor insan.

Ama olmuyor.

Bilakis bizim diyarda davanın rantla imtihanı sürerken, refleksleri ‘ilke’ler değil ‘hesap’lar belirliyor.

Ve bu, en ziyade, söze, yazıya ve kitaba uygulanan, gerekçeleri insanda hayretler uyandıran sansürler suretinde başgösteriyor.

Bu noktada, geçmişte de ya müşahede veya tecrübe ettiğim ve halen tecrübe etmeye devam ettiğim sansürlere değinmek değil niyetim. Bilakis, devran böyle dönerse geleceğe dair bir önsezimi paylaşma niyetindeyim.

Malum, bir ‘eklemlenme’ süreci yaşıyor ehl-i din. ‘Şirket-i maneviye-i uhreviye’lerin ‘anonim şirket’e dönüştüğü bir süreç... Kimisi çeyrek asır önce başladı buna, kimisi daha yeni yeni adımlarını hızlandırma çabasında. Bu süreçte, ‘davanın rantla imtihanı’nın bir adımı ‘hizmet kurumları’nda ‘hizmetin rantla imtihanı’ suretinde yaşanırken, ‘dokunulmazlar’ın sayısı artıyor ve biçim değiştiriyor.

“Yirmibirinci Lem’a”da, yani “İhlas Risalesi”nde yer alan “Menfaat-ı maddiye cihetinden gelen rekabet yavaş yavaş ihlası kırar. Hem, netice-i hizmeti de zedeler (...) Bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre hodgâmlık cihetiyle o menfaati başkasına kaptırmamak için hakiki bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlası zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder” gibi uyarılara ve “Mesleğimiz uhuvvettir. (...) Uhuvvetteki makam geniştir. Gıptakârâne müzahemeye medar olamaz” gibi ölçülere özü itibarıyla ters düştüğüne inandığım bu tür yapılanmalar içerisinde, günden güne ‘amaç’ adına kutsallaştırılan ‘araç’ların sayısı da artıyor. Dün şu, bugün bu derken, gördüğüm o ki, tesettür emrinin apaçık çiğnendiği türden reklamlar dahi ‘hizmet eden kurumun ekonomik olarak kendini çevirmesi’ adına savunuluyor.

‘Reklam geliri’ ile ‘işletme gideri’ arasındaki bu ilinti, geçen yıl ‘hizmet adına’ kurulmuş bir yayın organında yer alan ve reklam eleştirisi yüklü bir yazımın sansüre uğramasına sebebiyet vermişti.

Öyle görünüyor ki, yakın zaman sonra, nasıl bugün ehl-i dünya mevkutelerinde “Reklamverene dokunmak yasaktır!” gibi gizli bir anayasa hüküm sürüyorsa, bu minvalde özellikle Koç Holding gibi kurumlara yalnızca “Koçum benim!” diyen yazılar yayın hakkı bulabiliyorsa, bizim mahallenin mevkutelerinde ‘reklam’a dayalı sansürler önümüzdeki dönemde giderek tırmanış gösterecek.

Korkum o ki, ‘piyasaya entegre olma’ süreci bu iştihayla devam ederse, beş yıl sonra bir mü’min yazar meselâ milyar dolarlık reklam bütçesine sahip fast-food kültürünü eleştirdiği için gazetedeki köşesinden olabilecek yahut kitabına yayıncı bulabilse de dağıtımcı bulmakta zorlanabilecek. Gerekçe olarak da, reklamvereni eleştiren yazar, yazı yahut kitabın “reklam vereni inciterek reklam vermesine mani olacağı; böylece hizmetin ihtiyacı olan paranın kazanılmasına mani olacağı, böylece de hizmete mani olmuş olacağı” söylenecek...

Umarım böyle olmaz; ama korkulu düş görmektense uyanık kalmak evladır.

Böyle olmasın istiyorsak, uyanık olalım ve şu basit soruyu soralım: Amacın kudsiyeti, aracı da kutsallaştırır mı?




Not: Meramını doğru anlatmak yazar için büyük nimettir, anlatamamak kötüdür, en kötüsü yanlış anlatmaktır. Aynı şekilde, doğru anlaşılmak yazar için büyük nimettir. Anlaşılamamak kötüdür, ama en kötüsü yanlış anlaşılmaktır.

Dolayısıyla, ‘yanlış anlatmış’ olmamak ve de ‘yanlış anlaşılmamak’ için şimdiden belirteyim: İhlas Risalesi’ndeki ölçülere dayanarak, ‘hizmet kurumu’ anlayışının hizmetteki ihlasa, dolayısıyla hizmet verdiğine inanıyorum; ve ehl-i din câmiasında yaşanan ve ihlasla izahı imkânsız maddî-manevî ‘rant’ kavgalarının ve bu yüzden çıkan nice ihtilaf, niza ve bölünmeyi de bunun delili olarak görüyorum. Bununla birlikte ‘hizmet eden’ kurumlar oluşturulmasına karşı olmadığım gibi, bunu gerekli görüyorum. Mesele, bu kurumun ‘hizmet adına’ mı, ‘hizmet için’ mi oluşturulduğudur.

Bu ikisi arasındaki farkın vuzuhu ise, Bediüzzaman’ın siyaset için koyduğu ölçüyü ticarete uyarlamak ile mümkündür. Nasıl siyasete “bazı kardeşler Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına siyasete girebilirler” ise, ticarete de, velev ki bu ‘hizmet’i esas alan ticarî kurumlar suretinde olsun, “Nurlar namına değil, kendi şahısları namına” girebilirler. Böyle olmadığı durumlardadır ki, ‘ticareti hizmete alet etmek üzere başlanan yolculuklar ‘hizmetin ticarete alet etme’ye varan hazin ve dönüştürücü bir fonksiyon icra etmektedir.

  21.02.2006

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut