Hikmetle Hükmeden İktidar

TEK BAŞINA bir İslam kültür ve tefekkür ansiklopedisi niteliği taşıyan Risale-i Nur’un elli küsur yıldır söz konusu tarafının hak ettiği şekilde işlenmediği/işlenemediği şüphe götürmez bir gerçek. Birkaç mütefekkiri istisna tutarsak bu güne kadar Risale’nin daha çok nakli tarafına yapılan vurgularla yazılmış/söylenmiş ürünler yayımlandı. Nur talebelerinin iyi niyetli gayretleri ile yapılan yazar transferleri de Risale ile uyuşmayan, zaman zaman -Cemal Kutay örneğinde olduğu gibi- yanlış bilgilerin ve -Şerif Mardin örneğinde olduğu gibi – yorumların Risale literatürüne girmesine neden oldu. Bununla beraber, nispeten klasik tanımıyla cemaati akımların dışında özgür ve özgün bir dil oluşturmaya çalışan farklı yaş, fıtrat ve eğilimdeki bir grup Nur talebesi de herhangi bir cemaatin hassasiyetlerine bağlı kalmadan sadece Risale metnine yoğunlaşarak Risale’ye entelektüel bir bakış açısı getirebilmişlerdir. Birinci planda risale ve onun kutsal kaynaklarını referans alan bu mütefekkirler kendilerini ifade edebilecekleri kanal sıkıntısı çektikleri için bu düşüncelerin yaygınlaşması gecikmiştir. Bunların sayısı parmakla sayılacak kadar az olmasına rağmen yine de Risale’nin ‘cemaati’ tarafından çok Risale’nin ‘metni’ni anlamaya yönelik endişe taşıyanların hafızalarında iz bırakmayı başarabilmişlerdir. Çağın değişen koşullarını, kent kültürünü ve modernizmi çok iyi okuyabilmiş bu mütefekkirler içinde bu anlamda ilk çalışmaları yapan iki isim olarak sosyal bilimler alanında Safa Mürsel, sanat alanında da Suad Alkan isimleri sayılabilir. Karakalem okulu çevresinde toplanan Metin Karabaşoğlu, Senai Demirci, Mustafa Ulusoy... gibi kalemler Risale’yi anlamanın önündeki engeller üzerinde çalışmışlar; farklı, doyurucu ve dinamik bir okuma biçimi geliştirmişlerdir. Zaman zaman Ankara Ekolu/Elif okulu olarak da anılan, Suad Alkan tipi Risale okumalarının uzantısı olan Sadık Yalsızuçanlar, Taha Çağlaroğlu, Nurullah Çetin, Necat Turhan... Risale’deki sanat ve estetik kuramları üzerine çalışmışlardır. Ankara’da sosyal bilimler alanında Muhammed Bozdağ ve Ahmet Yıldız’ın çalışmaları Risale’nin anlaşılmasında önemli bir soluk olmuştur. Mücahit Bilici’nin aynı kulvarda yayımladığı ürünler de ufuk açıcı olmuştur. Geleneksel İslam birikimi içinde yazılı kültüre dayalı milyonlarca müntesibe ulaşan Risale üzerine onun bu kıymetini izhar eden bu kadar az çalışmanın yapılması üzüntü vericidir. Öte yandan Karabaşoğlu’nun editörü olduğu Karakalem Dergisi ve Karakalem yayınları çevresinde bu yazarların entelektüel bir Risale tefekkürünün inşası ve ihyası için yavaş yavaş odaklanıyor olması da umut vericidir. Risale’den beslenen tahlil ve tahkik ehli kalemlerin Risale’nin hak ettiği ilgiyi kazanmasında bu güne kadar bir kilometre taşı oldukları gibi bundan sonra da ince bir damar olarak da olsa varlıklarını sürdüreceklerini bu güne kadarki çalışmaları ortaya koymaktadır. İşte Ahmet Yıldız’ın Karakalem yayınlarından çıkan 'iktidar herşey değildir’ isimli kitabı da bu yolda bir kilometre taşı ve umut verici bir çalışma olarak karşımızda duruyor.

Kitabın değerlendirmesine geçmeden önce Ahmet Yıldız’ı tanımayanlar için Yıldız’ın künyesini alarak konuya girelim.

Künye: Ahmet Yıldız, 1966 Diyarbakır doğumlu. Doktora çalışması olan ‘Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno Seküler Sınırları (1919-1938)’ isimli çalışması kitaplaştırıldı. 1996 yılında ‘Federalizm Ve Etnik Çoğulculuk’ konulu çalışmasıyla Milliyet Gazetesinin sosyal bilimler dalındaki yarışmasında birincilik ödülünü aldı. Çeşitli akademik ve fikri dergilerde yayımlanan çalışmaları din-siyaset-demokrasi ve milliyetçilik konularında odaklanmıştır.

‘iktidar herşey değildir’ yazarın ikinci kitabı. (Karakalem yay., Ekim 2004, İst. 191 syf.). Risale’den beslenen bir yazarın din, devlet, iktidar, modernizm gibi kavramlar üzerine düşüncelerini içeren bu kitapta yazar işlediği konunun özelliğine göre deneme diliyle makale dili arasında gidip gelen bir üslup tercih etmiş. Farklı zaman birimlerinde yazıldığını hissettiren bu çalışma -kitaba rengini veren- Hz. Ali’den yapılan bir alıntı ile başlıyor. Kitabın sunuş yazısında Sadık Yalsızuçanlar’ın da belirttiği gibi okunması yazılmasından daha zor olan bir kitapla karşı karşıyayız.

Kitap 5 bölümden oluşuyor. Konu seçimi ve kullanılan üslup dikkate alındığında ilk elden kitabın iki kitap olarak düzenlenmesinin daha uygun olabileceğini düşündüm. En azından 1. bölümdeki bazı yazılar ile 5. bölüm başlı başına bir kitap olarak düşünülebilirdi. Umarım sonraki baskılarda bu çekincemiz yazar ve editör tarafından değerlendirilir.

Kitabın 1. bölümü ‘Gölgeler ve asıllar’ adını taşıyor ve dokuz yazıdan oluşuyor. Dünü olmayanın yarını da olmayacak. Yarın, dünün ve bu günün iyi bir şekilde tanımlanmasından, değerlendirilmesinden dolayısıyla da eleştirilmesinden geçiyor. Bu da eleştirel ahlakın o toplum tarafından hazmedilmesi ve yaygınlaşması ile mümkün. Bölümün ilk yazısına bu ahlaka nispeten sahip olan Nietzsche konu ediliyor: ‘Nietzsche: Batı modernleşmesinin Molla Kasımı’. /Molla Kasım’ı okuyucular Yunus Emre’den hatırlayacaklarıdır. Yunus bir şiirinde şöyle diyor: ‘Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme /seni de siğaya çeker bir Molla Kasım gelir’/ Kimseniz o olmalısınız, diyen Nietzsche çarpık batı medeniyetine karşı getirdiği son derece akli, fakat agresif eleştirileri yüzünden 56 yıllık ömrünün son on yılını ‘deli’ olarak geçirmiş. Fıtrata aykırı bir hayatın sürdüğü hemen her yerde uç vermesi beklenen bir durum delilik. İşte Rusya bir ‘Deliler Ülkesi’ olarak biliniyor. İşte ‘tanrı öldü’ diyen Nihilizmin babası ve sekülerizmin sahte peygamberi Nietzsche. İşte ‘Din afyondur’ diyen Rusya'nın hali. İşte deliler. İşte Dostoyevski’nin ‘Deliler’ romanı. ‘Oysa sonsuzluğa müşteri olanlar okyanusu bir testide aramazlar’. Nur-u Muhammedi olmadan asla.... O olmadan asla testide okyanus aramayı sürdürme hali son bulmayacak... Bölümün ikinci yazısı: ‘Gözün aydın tanrı artık yok’. Yine başrolde Nietzsche: ‘Herşeyin evveli ahiri hiç’. Gözün aydınlığı olan namazın nuru ile kainata nazar eden bir kalb nerede, aklını gözüne indiren ülfete bürünmüş bir zihin nerede. İşte o kalb ile kainata nazar eden Sadık Yalsızuçanlar’ın ‘Hiç’i nerede, kendine tapacak dereceye gelmiş Nietzche’nin ‘Hiç’i nerede. Muhammed İkbal demiş ya: 'İmam da, Mücahid de ezan okuyor; ama İmamınki başka, Mücahidinki başka’. Aklın yolu bir ama kalbsiz akıl neye yarıyor. Yıllar önce Gönenli bir arkadaşımdan ‘Gönen küçük Moskavadır’ şeklinde bir ifade işitmiştim de şaşırmıştım. Bu yazıyı okurken bir defa daha şaşırdım. Şaşırırken de ona bir daha hak verdim. Evet Gönen Köy Enstitüsünün girişinde şöyle yazıyormuş: ‘Tanrının eksikliğini biz tamamladık. Bozkırı ağaçlarla donattık’. Aklın ülkesi de, ülküsü de yok. Akıl her yerde aynı akıl, ama imanla nurlanmış akıl bambaşka. Allah, küçüklüğünde ‘küçük papaz’ olarak çağrılan bu Nietzsche’ye akıl nimetini vermiş. (Darısı Gönen Köy Enst. Mezunlarının başına). İhtimal ki bu zavallı bir çıkış bulamayınca bunun samimi gayretini ödüllendirmek için ondan akıl nimetini alıp deli etmiş. / Sırası gelmişken kitabın ilerleyen sayfalarında karşımıza çıkacak olan Rousseau da delirdiğini belirtelim./ (Not:Atv’nin ‘Siyaset Meydanı’nda ‘Türkçe İbadet’ konulu tartışmada Hüseyin Hatemi, surelerin Arapça’sını ezberleyemediği için illa da Türkçe’sini okumak isteyen şarlatan türbanlı bir kadına şöyle demişti: ‘Allah akıl sahibi olmayanları mesul tutmaz. / Yani namaza yetecek kadar sureleri ezberleyecek bir zekan yoksa Allah seni mesul tutmaz. Sen namaz da kılmayabilirsin /. Kadın hiç de öyle akılsız biri değilmiş meğer. Mesajı anladı ve tek kelime ile orada çıldırdı.). Aklın yolu bir:Delirmemek. O da iman etmekten geçiyor... Bölümün üçüncü yazısı: ‘Ateizmin zavallı korkunçluğu’. İsmet Özel diyor ya:‘Küfre yaklaştıkça imanım arttı’; biz ihtimal ki küfre fazla yaklaşmadığımız için imanın lezzetini tam alamıyoruz. Hayali’nin dediği gibi iman içindeki halimiz ‘ol mahiler ki derya içindedirler deryayı bilmezler’ haline benziyor. Yıldız çok gezmiş, çok görmüş bilge bir yazar. Hali pek bize benzemiyor. İsmet Özel misali ‘Herşeyi gördüm içim rahat’ der gibi. Yazısının sonunda şöyle diyor:‘Ateizmi bilinçli bir tercihin ürünü olarak görünce hidayet nimetinin büyüklüğünü daha iyi anlıyorum’. Bir diğer yazı ‘Bir ‘delil’ olarak felsefe’. (Dikkat! Deli değil). Yıldız felsefe kavramının 19. yüzyıla kadar bilimi de içine aldığını hatırlattıktan sonra ekliyor:‘İnsan benliğinin kendisini ve yaratıcısını tanımak açısından durumunu ‘zühre, katre ve reşha’ üçlemesi içinde ele alan Said Nursi’nin sınıflamasında felsefe kendisine ‘katre’ ve ‘zühre’ arasında yer bulur. Vahyi kabul eden felsefe ‘katre’ mahiyetini alabilir. Vahiyden bağımsız felsefe ise güneşi kendinde yok eden bir ‘zühre’dir. Kur’ani irfanı saf olarak reşha temsil eder.’ Bölüme adını veren ‘Gölgeler ve asıllar’ yazısı Eflatun’un ‘Devlet’i ile Diyojen’le Büyük İskender arasında geçen bir konuşma üzerine kurulmuş. / Burada Cemil Meriç’i hayırla yad edelim. O da ‘Mağaradakiler’ isimli kitabını Eflatun’un ‘Devlet’inde geçen ve bu yazıya da konu olan ‘mağara’ imgesi üzerine inşa etmişti./ Bazen bizden Eflatun'un güzelce tasvir ettiği ‘gölge’ye itaat etmemiz istenir. Oysa çoğu kere kimse hatırlatmaz bize Diyojen’in Büyük İskender’e söylediği şu sözü: ‘Gölge etme, başka ihsan istemem’. Yıldız ‘Huzur: İlahi yakınlığın inkişafı’ isimli yazısında marifetin iki veçhesini anlatıyor. İlki teorik veçhesi olup, akli ve nazari marifeti sağlarken; diğer veçhesi, estetik veçhesi hali, vicdani/kalbi bir marifete eriştirir. Bölümdeki ‘Nasıl bir ölüm isterdiniz?’ ile hemen ardından gelen ‘Tatil’ yazısının konusu ‘ölüm’. ‘Hepimiz ölüme nişanlıyız ve hepimiz ölecek yaştayız’ diyen yazar ölüm karşısında takınılan aymazlık halini ‘‘çağdaş uygarlık’ın insanı heveslerinin oyuncağı haline getiren aşılamasının ürünü’ olarak tarif ediyor.

2. bölüm: ‘Modern zamanlar’. Yazar ‘Sam amcanın kulübesi’ isimli yazısına; Rousseau’nun bilim ve sanatta kaydedilen ilerlemelerin insanları bozduğu, yönündeki iddialarının altını çizerek başlıyor. Küreselleşme hareketleri ile birlikte artan kentleşmenin sosyal ve fizyolojik çürümeye neden olduğunu savunuyor. Ve ters göçe vurgu yapıp, tabir yerindeyse ‘hadi bizim köye geri dönelim’ diyor. ‘Kapitalizmin nefsi’, bölümün ikinci yazısı. Bir önceki yazının öznesi Sam amca idi. Bu yazınınki ise Osman amca. Yok aslında birbirinden farkı. Tahmin edeceğiniz gibi ikisi de kapitalist, ikisi de ölüm düşmanı. Büyük İskender bu yazıda yardımcı oyuncu. Her yerde ‘Gladyatör’ olan Büyük İskender burada en iyi yardımcı erkek oyuncu. Borsa oyuncuları ile dünyayı bir oyun ve oyalanma olarak görüp savaş oyunlarına dalanların dostluklarını anlatıyor Yıldız. Ha Bush, ha Büyük İskender. Ha Sam amca, ha Osman amca. Bölümün üçüncü yazısı:‘Tarihin sonu:Kimin için?’ Medeniyetler çatışması falan filan... Hepsi hikaye. Asıl olan Nasreddin hocanın kıyamet teorisi. ‘Eşim ölürse küçük kıyamet, ben ölürsem büyük kıyamet’. Batı için insan ‘batılı insan’dan ibaret. Güya kendilerinin hizmetçisi olan doğu insanı öldüğünde küçük kıyamet, onlara terör saldırıları olduğunda büyük kıyamet...(Var ol Atilla İlhan:‘Ağıtlar yakmayın ardımdan / ben ölmedim ölmeyeceğim ). Benim için, bizim için ölüm yok, tarihin sonu da. Dördüncü yazı: ‘Tarık Ali’yi dinlerken’. Ali 68 kuşağının önce gelen liderlerinden. Pakistan kökenli İngiliz bir Marksist. Yazar şimdi benim onun kitabını değerlendirmeye çalıştığım gibi o da Tarık Ali’yi değerlendiriyor. Bir farkla:Ben onun koyduğu taşın üstüne taş koyuyorum o ise Tarik Ali’nin önüne taş koyuyor. Bir diğer yazı:‘Topluma değmeden yaşamak’. ‘Yalnızlıklarımız birleştirdi bizi / bırakmasın kimse birbirini’ demiş şair. Yıldız adadaki yalnız Robinson ile çöldeki yalnız Ebu Zer üzerine kuruyor yalnızlık yazısını. Yine de ‘halvet der encümen’i öneriyor: ‘Halk içinde Hak ile beraber ol’. Yıldız ‘Gökyüzünün çağrısı’ isimli yazısında ‘Baraka’ filmi üzerinde duruyor. ‘Baraka’ bereket kelimesinden geliyor. Filmi izleyenler hatırlarlar. Film renklerin, dillerin, dinlerin, coğrafyaların harmanı, kainatın bir fotoğrafı. Yazar bizi bir harmana, bir fotoğrafa, bir sofraya Kur’an sofrasına çağırıyor. Hatırladığım kadarıyla; Kur’an’da bir sure adı olan ‘Maide’ gök sofrası anlamına geliyor. Acaba yazı bununla ilişkilendirilerek oluşturulsaydı daha güzel olabilir miydi?

3. bölüm: ‘Hikmet-iktidar mücadelesi üzerine düşünceler’. Aslına bakarsanız kitap daha yeni başladı. Ahmet Yıldız’ı ‘Yıldız’ yapan tefekkürün ve birikimin asıl ışığı bu. Deyim yerindeyse ilk iki bölümde top dolaştıran Yıldız burada üst üste sayılar üretmeye başlıyor. Tek kelimeyle bütün kaleciler ters köşe. Bütün şapkalar, takkeler havada, bütün maskeler yerde. Bölümün ilk yazısı: ‘Demokrasi ve agnostizm yada Kemalist ‘tek yol’culuk’. Yıldız’ın anlattığına göre Russel hapisteyken gardiyan ona ‘Hangi dindensin?’ diye sormuş. O da ‘agnostiğim’ şeklinde cevap verince gardiyan ‘Fark etmez. Nasılsa bütün dinler aynı kapıya çıkar’ demiş. Bütün dinler aynı kapıya çıkmıyor gardiyan. İşte bir örnek. Sen bilmezsin, Ankara’da ‘Kocatepe’ isimli bir cami var. Bir gün Şafi mezhebine, Kürt ırkına mensup bir Nur talebesi o camide namaz kılmış. Camiden çıkarken yaşlıca, büyük ihmalle CHP’li ve Şafi mezhebine göre nasıl namaz kılındığını bilmeyen bir amca (Osman Amca olabilir) onu kolundan tutmuş ‘Sen namazı yanlış kılıyorsun’ demiş. Nurcu genç ‘Ben Şafiyim. Bizde namaz böyle kılınır’, deyince; yaşlı amca ‘Ben de seni Müslüman zannediyordum’ demiş. Mesele anlaşıldı herhalde. Kemalizm’in başkenti Ankara’da bütün dinler, milliyete, milli dine çıkar.Ve bil ki gardiyan bu din ne tanrının kapısına, nede katına çıkıyor. ‘Cumhuriyeti doğru okuma kılavuzu’ ve ‘Cumhuriyetin halkı mı, halkın Cumhuriyeti mi?’ isimli iki yazı birbirini tamamlar nitelikte. Yazıların ne kadar ilginç olduğunu şu cümleler özetliyor: ‘(50’lerin CHP’lilerine göre) ...bu halkın ne yapacağı belli olmaz’. ‘(Bu halk) serbest kalırsa ya Ali Fuat Başgil’i yada Said Nursi’yi Cumhurbaşkanı seçebilir’. ‘Bir kurtuluş diyalogu olarak misyon ve fetih’ yazısı bölümün bir başka yazısı. İtiraf etmeliyiz ki ‘diyalog’ denilince hemen hepimizin aklına şu anda ABD’de yaşayan bir kanaat önderi Hoca Efendi geliyor. / Bu ifadenin bir eleştiri niteliği taşımadığını, bir tarif, tespit, bir kısa yol oluşturma çabası olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım./ Kafka’nın şimdi ismini hatırlayamadığım bir kitabında geçiyor. Kafka bir yazısını etken ve edilgen yazar karakteri ile iki kez yazdığında ikisinde de olay aynı olması rağmen yani giriş aynı olmasına rağmen gelişme ve sonuç bölümlerinin ayrı olduğu görülüyor. Olayın Yıldız ile bağlantısını kuralım şimdi. Yıldız öyle bir yazı yazmış ki kafanızdaki ‘Hoca Efendi’ imajını yedeğinize alarak da yazıyı okusanız; o imajın, milliyetçi-muhafazakar söyleminin siyasi ve askeri uzantısı olan Ankara yöresine ait bir söylemle de okusanız sonucun çok fazla değişmediğini görüyorsunuz. / Kimilerince ağır bir eleştiri olarak kabul edilebilir belki ama; Kemalizm’in mantık işleyişi ile yazılı kültürle içli dışlı olan ve sık sık bölünmelere ve kopmalara sahne olan bir kısım İslami cemaatlerin 60 sonrası mantık işleyişi arasında oldukça benzerlikler var. Buna örnek olarak tarih içinde Kemalizm’in ve söz konusu cemaatlerin benzer tıkanıklıkları yaşamış olmaları gösterilebilir. / Bu yazının gizli öznesi yine ‘Milli din’ olarak özetlenebilir. Bu bölümdeki ‘Bir iktidar problemi olarak türban’ yazısı ile ‘Sırça saraydan notlar’ bölümündeki ‘Başörtüsü meselesi’ isimli yazı beraber okunursa başörtüsünün hala niye mesele olarak önümüzde durmaya devam ettiği daha iyi anlaşılacaktır. Kurban derisi için gösterdiğimiz duyarlılığı eğer başörtüsü için göstermiş olsaydık ihtimal ki bu gün bu sorun çözülmüş olurdu. En azından başörtüsü meselesi ‘türban problemine’ dönüşmezdi. ‘Türban’ı başımıza kimin musallat ettiğini bilenler bilir, unutanlar için hatırlatalım:Özal. Özal’ın başörtüsünü korumak niyetiyle yaptığı bir taktik hatası, başörtüsünü ‘türban’ olarak TC literatürüne sokmuştur. Konumuza gelelim. Feurbach ‘insan ne yiyorsa odur’ der. Ama ‘Ne giyiyorsa odur’ dememiş. İşte Yıldız yazısında sanki bunu söylüyor: ‘İnsan ne giyiyorsa odur’. Yıldız, başörtüsü yasağı sonucunda üç çeşit insan grubunun oluştuğunu, birinci grubun eve döndüğünü, ki doğru yaptığını, ikinci grubun inançlarını muhafaza ile birlikte başörtüsünü çıkararak işine/okuluna gittiğini, üçüncü grubun ise ‘bizim sizden farkımız yok’ diyerek başlarını açtığını, gerçekten de bu insanların yasağı koyanlardan çok da farklı insanlar olmadığını zamanın gösterdiğini ifade ediyor. Burada şu sonuç çıkıyor ki, medeniyetlere şekil veren asıl unsur tüketim alışkanlıklarıdır, şekiller değil... Şekiller ancak tüketimdeki tercihlerle ortaya çıkar. Bölümün dikkat çeken diğer yazısı ‘Hikmet-iktidar mücadelesi üzerine düşünceler’ adını taşıyor. İşaratül İcaz’da geçiyor ‘hikmet hükümeti’ terkibi. Asırlardır hepimiz hikmetin hükmedeceği çağı bekliyoruz. Ne var ki bu gün de olduğu gibi tarihte çoğu kere hükümetler hikmete hükmetmiş. Bu yazı ile bu gerçeği bir defa daha anlıyoruz. Bölümün son yazısı: ‘İslam, iktidar ve ihtiyar’. Yıldız, dünyada son 30 yılda meydana gelen İslam iktidarı taleplerini değerlendirdiği yazısında, çoğu kere iktidara talip olanların bir noktadan sonra bulundukları ülkede kendilerini meşrulaştırmak için yaşadıkları sorunlara ve sıkıntılara değinip, oluşan toplam gizli kaybın bilançonu çıkarıyor.

4. bölüm: ‘Tarihin tanıklığında’. Bölümün ilk yazısı ‘Dante ve İslam:Bir (ön)yargının anatomisi’ ismini taşıyor. Dante’nin ‘İlahi Komedya’ kitabı Hıristiyan dünyasında İncil’den sonra en çok okunan kitap. Dante kitabında Hz. Muhammed’in (sav) miracından hareketle Hıristiyanlığın destansı anlatımını yapmış ve rivayetler doğru ise kitaptaki cennet-cehennem tasvirlerini İslami kaynaklardan almış. Arzularına fikir sureti giydiren Dante, zaman zaman güzel şeyler yakalamışsa da kitabın en ünlü bölümü Hz. Muhammed (sav) ve Hz. Ali’nin sapanlar bölümünde gösterdiği ‘Cehennem Kitabı’ olmuştur. Bu iki mübarek kişiye karşı takındığı durum kişisel bunalımlarını ve içinde bulunduğu Hıristiyan aleminin o günkü önyargılarını yansıtmaktadır. Yıldız’ın burada Dante’nin kitabına değinmesinin nedenini, onun kişisel bir bunalımın sonucu yazılmış olmasından çok, ortaçağ Hıristiyan aleminin içinde bulunduğu çürümüşlüğü yansıtıyor olması olarak ifade edebiliriz. Bölümün dikkat çeken diğer bir yazısı: ‘Taklitten tahkike:Çağdaş batı dünyasında peygamber imajının dönüşümü’. Güneş yükseldikçe aydınlattığı alan nitelik ve nicelik olarak artar. Güneş değerindeki hakikatler için de geçerlidir bu. Zaman ilerledikçe hakikat güneşinin aydınlattığı alan genişler. Hz. Muhammed (sav) bir güneş insan ve gün geçtikçe getirdiği nur kainatı daha fazla ihata ediyor. Orta çağdaki Dante’lerin aksine yeni çağda, yakın çağda ve şu zaman-ı hazırda o nur daha fazla gönlü aydınlatıyor. İşte bunlardan birisi olan koyu Kalvenci Carlyle (1795-1881) de bu nurdan nispeten istifade edenlerden. Yıldız, Carlyle’in 1840 yılında verdiği ‘Peygamber olarak kahraman:Muhammed’ adlı konferanstan notlar almış kitabına. Tek kelime ile harika şeyler söylemiş Carlyle. Bildiğim kadarıyla bu konferansı içeren kitabın Türkcesi şu anda piyasada yok. Umarım Karakalem yayınları bu kitabı bir gün yayımlar.

5. bölüm: ‘Sırça saraydan notlar’. Bu bölüm yazarın bir internet tartışma grubunda dile getirdiği notlardan oluşuyor. Bir yazı formatında tasarlanmış olmamakla birlikte, editörün talep ve ısrarı doğrultusunda kitaba alınmış. Ben olsaydım bu bölümü ayrı bir kitap olarak yayımlardım. Söz konusu bölümü okuduktan sonra sanırım okuyucular da aynı şeyi düşünecektir. Zira burada İslam felsefesi, usul, üslup, diyalog ve risale dili gibi konularda özgün bir bakış açısının ip uçları veriliyor.

Zeyil:Şüphesiz bu kitap risale üzerine yapılan entelektüel tartışmalar içinde bir yere oturacak. Ama kitaptaki bir hususun kulağıma kar suyu kaçırdığını belirtmeden de geçemeyeceğim. Mesele Yıldız’ın ‘dili’nde. Yıldız kitabında zaman zaman henüz Türkçe’ye oturmamış, nerden bakılırsa bir Ahmet Necdet Sezer klasiği olan Öztürkçe (!) ifadeleri kullanması kitabın dilinin akıcılığını etkilediği gibi; bir kitabın her şeyden önce belli bir dil düzeyini aşması gerektiğini düşünenleri de kitaptan uzaklaştırabiliyor. Umarım yeni baskılarda bu durum dikkate alınır.

  27.12.2005

© 2021 karakalem.net, Mustafa Oral



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut