“Kendinden öte bir yol”

SİZDE DE olur mu bilmem, ben bir kitabı okurken, onun yazarının tanıdığım yazarlar içinde en çok kime benzediğini düşünürüm. O yazarın benzediğini sandığım yazarı tanıma dereceme göre onu benzettiğim yazarın hangi kitap yada kitaplarına benzediğini tahayyül ederim. Mesela Karakalem yayınlarını düşünelim. Bu yayınevi daha çok risale çıkışlı bir dünya görüşüne sahip yazarların kitaplarını yayımlıyor. Bunun için ben buradaki yazarları Risale-i Nur’da bir yerlere koymaya çalışırım. Şüphesiz bu birebir benzerlik taşımaz.. Onlardan biri olan Metin Karabaşoğlu’nu Risale-i Nur’un “Sözler” kitabını yedeğime alarak okurum. Mustafa Ulusoy’un üslubu bana “İhtiyarlar Risalesi”ni hatırlatır. Ahmet Yıldız’ı ise “Muhakemat”la yan yana okumaya çalışırım.

İşte Salih Özaytürk’ün kısa bir süre önce Karakalem yayınlarından yayımlanan “kendinden öte bir yol” isimli kitabını okurken onu da Risale’de bir yerlere koymaya çalıştım. Ondaki üslubu en çok Mesnevi Nuriye’ye yakın buldum. Özaytürk aklın ve kalbin birbirine yaklaşmaya, fikirlerin duygu kılıflarına bürünmeye başladığı bir üslubu yansıtıyor. Kah makaleye yaklaşan bir deneme, kah denemeye yaklaşan bir makale.

Malumunuz bu güne kadar Risale-i Nur’un daha çok okunan ve anlatılan tarafına vurgu yapıldı. Onun yazmaya kaynaklık eden –bugünkü tabirle- entelektüel tarafına yeterince vurgu yapılamadı. Risale’nin geleneksel İslam birikimi ile ilişkisi tam anlatılmadı veya anlatılamadı. Bundan dolayı Risale İslami entelektüel camiada gereken ilgiyi görmedi. Zira Risale üzerine yayın yapan bazı yayınevlerinin ve bunların bir kısım yazarlarının söz konusu İslami entellektüellere karşı yeterince duyarlı olmadığını gördük. Konuya/Risale’ye bir de onların gözünden bakabilmek gerekiyordu. Zira onlardan bir kısmı Risale merkezli yapılan yayınlarda zaman zaman bizlerin de gözlediğimiz ucuzluğu (!) görüp uzaklaşıyordu. Biz tabir yerinde ise Risale-i Nur’a yurt dışındaki Profesörlerle meşruiyet ararken, TC içindeki bu entellektüelleri ıskalıyorduk. Sonuçta Risale adına ortaya konulan çalışmalar bir yönüyle hep eksik kalıyordu. Burada Karakalem yayınları Salih Özaytürk ve yukarıdaki isimlerini zikrettiğimiz yazarlarla bir boşluğu doldurdu, dolduruyor. Nur talebelerinin sadece rivayet eden değil, aynı zamanda dirayet eden, sadece nakleden değil, aynı zamanda akleden, sadece konuşan değil, aynı zamanda yazan insanlar da olduklarını gösterdi, gösteriyor.

Özaytürk bir önceki parafta belirttiğimiz Risale-i Nur ve Nurcular ile ilgili olumsuz kanaatleri bertaraf edercesine güzel bir eser ortaya koymuş: “kendinden öte bir yol”. 207 sayfa. Dört bölüm ve “sonuç yerine” sunulan bir ekten oluşuyor.

Kitap Goethe’den yapılan bir alıntı ile açılıyor: “Dağlara sinmiş bir huzur / En küçük kıpırdanış / Yok ağaç dallarında / Kuşlar ormanda suskun / Sabret! / Yakın bir gün / Sen de sükun bulursun.” Birinci bölüm “ Anlam Arayışları” adını taşıyor. Yazar bölümün ilk yazısı olan “Anlamanın anlamı”ında bu kitaptaki yazılarına niçin “ontoloji yazıları” adını verdiğinin gerekçelerini anlatıyor. “Dost ile dost muyuz?” isimli yazı habib-halil ayrımının lüzumunu ihsas eden bir yazı. Bu günlerde çokça kulağımıza çalınan aşk merkezli şiir, hikaye, roman ve şarkılara baktığımızda bu yazı daha da önem arz ediyor. Burada ben şöyle bir sonuç çıkarttım: Malum Mevlüt’te geçen “Habibim” ifadesine Üstad şerh koymuş. İnsan, hassaten Mümin, üstelik bu bir peygamber de olsa, aşık olabilir, ama asla aşık olunan kişi olmaz. Aşık olunan kişi olamadığı gibi, dost olunan kişi de olamaz. Zira Peygamberimiz (sav) Ebubekir (ra) demiştir ki: “Eğer ben Rabbimden başkasını halil (dost) edinecek olsaydım, muhakkak ki Ebubekir’i halil edinirdim.”. Demek bize habibden önce halil gerek. Yazar kitapla aynı başlığı taşıyan “kendinden öte bir yol” isimli yazısında “Ümmeti! Ümmeti!” diyen peygambere göndermede bulunuyor. “Nefsi! Nefsi!” diyen nefisleri siğaya çekiyor, feragat ve fedakarlık sahibi olmanın altını çiziyor.

İkinci bölüm: “Güncelin içinden ötesine”. Bu bölümde en çok dikkat çeken yazılar “Handaki siluetler” ve “Kesişen yollar”. Her iki yazıda da hayatın kabre bakan yüzüne vurgu yapılıyor. Bir terminali andıran şu dünya meydanında, bilet gişelerini hatırlatan mezarlık sonsuz bir mesaj kütlesi halinde önümüze çıkıyor. O terminalden tek çıkış yolunun o bilet gişelerinden geçtiğini son ana kadar hatıra getiremeyen biz insanlar, ölümün soğuk yüzüne çarpıp duruyoruz. Bir diğer yazı “An’da saklı zamanlar”. Ne zamandır bir hadis var aklımda. Risalenin bir çok yerinde geçiyor o hadis: “Bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlıdır”. Bu hadisi şerifin ne demek istediğini tam anlayamamıştım. Bu yazıyla zihnime biraz oturdu. Bu hadise şerhler düşen bu yazı bana Marguez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ı, ve Aytmatov’un “Gün Var Asra Bedel” romanlarını hatırlattı.

Üçüncü bölümde yazar bizi “İnsan ülkesinde yolculuklar” yapmaya çıkarıyor. İlk yazıda Tolstoy’un kadim sorusu ile karşılaşıyoruz: “İnsan ne ile yaşar?”. İnsan, amele merci olan ilimden kaynağını alan fiiller (ef’al), haller (ahval), ve kelamlar (akval) ile yaşar. Her varlık fıtratına derc edilen meyilleri inkişaf ettirebildiği müddetçe yaşar. Mozart beste, Picasso resim yapmadan yaşayamayan bir adamdı. Rilke yazmadan yaşayamazdı. Bölümün diğer iki yazısı “İçimizdeki cehennem:öfke” ve “öfke hüzne dönüşürse” adını taşıyor. Öfke mümine yakışmaz. Ama hüzün. Hüzün benim arkadaşım demiş Hz. Ali (ra). Hüzün mümine yakışır. Öfke içinde hüzün ırmağını barındıran bir dağdır. Öfke dönüştürülmelidir hüzne.

Dördüncü bölüm: “Ararken kalbe gelen”. Cümlede fesahat önemli olduğu kadar, bir cümleyi oluşturan kelimeler arasında da anlam ve ses bütünlüğü olmalı değil mi?. Bölümün ilk yazısı bunu hatırlattı bana: “İslam’ı içsel bir huzurla yaşamak”. Haddimi aşmış olmayayım ama mutluluk ve huzur kelimeleri nasıl yan yana gelemezse, zira ilki sadece dünyadaki, ikincisi ise dünya ve ahiretteki memnuniyeti ifade eder ve hemen hiçbir zaman bir cümlede, özelliklede bir mümin de yan yana gelmezse, bu içsel ve huzur kelimeleri de yan yaya gelmez. “İçsel” kelimesini karşılayan bir kelime kullanılsaydı daha iyi olmaz mıydı? Mesele “iç”. Neyse...(Ayrıca “içsel” kelimesinde olduğu gibi kitapta henüz Türkçe’ye oturmamış yada nispeten seküler bir anlayışı yansıtan içi doldurulamamış kelimelerin kullanıldığı görülüyor. “Hayat” yerine “yaşantı” kullanılması gibi, bazı ayet meallerinde aşırı Öztürkçe’nin kullanılması gibi. Öztürkçe ile Türkçe’nin farklı olduğunu hatırlatmaya gerek yok herhalde.) Usulle uğraşırken, esası da es geçmemek gerekiyor. Bu yazı gerçekten de derinliği olan, insana derin bir huzur bahşeden bir yazı. Geçelim. “Postmodern arayışların eşliğinde reenkarnasyon” yazısı bir dönem hepimizin zihnini meşgul eden reenkarnasyon kavramı üzerinde duruyor.

Sonuç yerine bölümü “Çölde yenilenen hayat” adlı uzun bir yazıdan oluşuyor. “Allah neden birine az, diğerine çok verir? Neden ihtiyaçlar içinde kıvrandırır, kısar, kısar da sonra açıverir? Gerçekten bir gün açar mı?...” Yazar bu gibi soruları “Çöldeki gençle ihtiyarın hikayesi” isimli hikaye ile açmaya çalışılıyor.

Sonuç niyetine: Salih Özaytürk Risale-i Nurdaki tefekkürel işleyişi kavrayabilen ve bunu ifade edebilen birkaç kişiden birisi. Tıpkı Mesnevi Nuriye’de olduğu gibi asıl meyvelerini daha zamanla ortaya koyacak bir izleği takip ediyor. Bu yoğun tarz, kitabın son yazısında da işaretlerini verdiği gibi yazarı “Sözler” şeklinde bir dile götürecektir.

  13.12.2005

© 2021 karakalem.net, Mustafa Oral



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut