RİSALE-İ KUŞEYRÎ, tasavvuf literatürünün baş tâcı eserlerinden biri. Abdülkerim Kuşeyrî, sağlam ve sahih bir tasavvuf idrakinin temellerini, anahatlarını, anahtar kavramlarını ve yol gösterici simalarını anlatır bu eserinde. Şahsen, bu güzelim eseri ancak bu yaz mevsiminde okuyabildim ve okumada bu kadar geç kalışıma hayıflandım.
Bu arada, eseri Türkçe’ye çevirip yayına hazırlayan Süleyman Uludağ’ın uzun ve doyurucu giriş yazısında, ilginç notlarla karşılaştım. Kuşeyrî’nin temel İslâmî ilimlerde, özellikle tefsir, fıkıh, hadis ve kelamda ihtisas kazanmış bir sûfî olduğunu; yani ilim ve marifeti şahsında buluşturan ‘iki kanatlı’ bir hakikat kartalı olduğunu öğrendim.
Ayrıca, şunu da öğrendim: Kuşeyrî’nin yaşadığı zamanlar, Selçuklu hükümdarı Tuğrul Beyin hükümranlık yıllarıdır. Tuğrul Beyin veziri Ebu Nasr Amidü’l-Mülk Kundurî ise, özellikle Eş’arîlere husumet taşıyan bir Mu’tezilî’dir. Dönemin nüfuzlu Şâfiî-Eş’arî âlimi Ebu Sehl b. Muvaffak’ı, Cüveynî’yi, Reis Furatî’yi ve Kuşeyrî’yi kendisine rakip ve kendisi için tehlike gören Kundurî, genel olarak Şâfiî-Eş’arî âlimlere ‘bid’atçı’ muamelesiyle camilerde hutbe esnasında sövülmesini sağlayacak kadar gözü dönmüş biridir; dahası, bir yolunu bulup; diğerleriyle birlikte Kuşeyrî’nin önce ders vermekten men edilmelerini, sonra sürülmeleri ve hapsedilmelerini sağlamıştır. Risale’sini okuduğunda insan “Bunları yazan insana nasıl böyle muamele edilebilir ki?” diye sorabilir, ama vâkıa budur: İmam Kuşeyrî, Kundurî’nin emri altındaki ‘resmî görevliler’ tarafından yakalanıp hakaret edilerek, sokaklarda süründürülerek şehrin kalesine hapsedilmiş; ancak o sıralar Nişabur’da bulunmayan Ebu Sehl’in durumu haber alıp topladığı adamlarla kaleyi basıp muhafızları tesirsiz hale getirmesi üzerine zindandan kurtulabilmiş; ve sonraki on yılını öz vatanından uzakta, sürgün olarak yaşamıştır. Kuşeyrî’nin tekrar yurduna dönüşü, Kundurî’nin ihtirasının bedelini bu dünyada da ödediği bir tecziyenin akabinde, onun yerine ulema dostu Nizamülmülk’ün vezir olmasından sonradır.
Özelde kimseyle alıp verdiği birşey olmayan, bildiği doğruları ders vererek eser telif ederek paylaşmaktan öte bir derdi bulunmayan Abdülkerim Kuşeyrî’nin, gözü asla iktidarda, makamda olmadığı halde bir iktidar muhterisi yüzünden uğradığı bu muamele dikkatimi çektiği gibi, rikkatime de dokunmuştu. Ve hâlâ dokunuyor.
Öte taraftan, şu geçen bayramın tam da orta yerinde, bir hastane odasında Rabbimizin özel bir ‘bayram hediyesi’ olarak gönderdiği üçüncü bebeğimizin doğumunu beklerken bu kez ‘önsöz’ünden itibaren okumaya niyet ettiğim Cem’u’l-Fevâid’in ta başında, benzer bir malumat edindim. Meğer, Kuşeyrî’nin Acem diyarında yaşadığının bir benzerine, ilm-i hadiste fani olmuş bir büyük insan olarak Rûdânî de maruz kalmış. Mağribli bir alim olarak Rûdânî, ilim ve marifetini geliştirmek için Marakeş’ten Cezayir’e, oradan Mısır’a, oradan Hicaz’a geçmiş. Bir müddet Medine’de yaşamış, orada kendisini çekemeyenlerin hasedine maruz kalıp Mekke’ye gitmiş. Mekke’den payitaht ve merkez-i hilafet İstanbul’da veziriazamın ve hatta padişahın dahi iltifatına mazhar olmuş; vezir Köprülü Ahmed Paşa’nın himayesi altında bir yıl kaldığı İstanbul’dan tekrar Mekke’ye avdet etmiş. Peşinden Mekke’ye gelen emirname ile, Harameyn işleri sorumluluğuna atanmış. Sonra Mekke şerifliğine kadar yükselmiş. Ve gerek Mekke’de, gerek hac yolunda bir dizi hayırlı hizmete vesile olmuş. Ancak, onu himaye eden vezirin ölümünü fırsat bilen hasetçiler, onun Mekke’den sürülmesini sağlamışlar. Hakkında iftiralar üretilmiş, çirkin şiirler yazılmış. Rûdânî, bu vaziyette Kudüs’e gitmiş, daha sonraları tekrar Mekke’ye dönmüş, ama yine de rahat bırakılmadığı için hasta vaziyette yola koyulup Şam’a gitmiş ve orada vefat etmiş.
Ve bütün bu hengâmenin ortasında, bütün ümmet için, Cem’u’l-Fevâid gibi en kapsamlı hadis külliyatlarından birini miras bırakmış (ki İz Yayıncılık tarafından yayınlanmış olan Türkçe çevirisi, şu an için Türkçe’deki en kapsamlı hadis külliyatı hükmündedir ve onbinin üstünde hadis ihtiva etmektedir).
Benim yalnızca ortaya koydukları eserlerle bildiğim İmam Kuşeyrî ve İmam Rûdânî’nin kısa hayat hikâyelerini okuduğumda öğrendiğim bu meşakkat tarafı; ‘kifayetsiz muhteris’lerden gördükleri bu eziyet; ilim ve marifet ile meşgul iken nice gill u gîş ile meşgul edilmeleri ve o güzelim enerjilerinin hatırı sayılır kısmının böylesi gönül yorgunluklarıyla tüketilmesi, bana bu zamanda yaşananları da düşündürdü.
Hatta, bizatihî yaşadıklarımızı da.
Bu iş hep böyle mi olacak?
Rabbim neredeyse yirmi yıl önce, gönül borcu duyduğum acılar içinde bana “Kabiliyetten korkma, zaaftan kork!” diye bir tecrübe ve bir ders öğretmişti...
Zaaf sahipleri, başkasının ‘fazlası’yla uğraşmak yerine kendi eksiğini gidermeye ne zaman vakit bulacak?
Yoksa cevap ‘hiçbir zaman’ mı ve bize düşen bu kabil imtihanlara kendimizi sürekli hazır tutmak mı acaba?