İNSAN CİSMANİ olarak hücre, doku, organ ve sistemden ibarettir. Bunlar birbirini tamamlayarak, bedeni oluştururlar. İnsan maneviyat itibariyle akıl, ruh, kalb, nefis, gönül gibi latifelerden oluşur. Nasıl ki bedeni oluşturan varlıklar arasında bir kademe ilişkisi varsa latifeler arasında da böyle bir kademe ilişkisi vardır. Yani nasıl hücreler birleşip dokuları, dokular birleşip organları onlar da birleşip sistemleri oluşturursa, latifeler de cismani varlıklar kadar kesin çizgilerle olmasa da birbirini tamamlar, bütünler. Burada latifeler arsındaki ilişki şeffafiyet ilkesi ile ilgilidir. Latifeler az şeffaftan ve çok şeffafa doğru sıralanırlar. En çok kesiften ve en az kesif olana doğru. En kesifi nisbeten cismaniyete en yakın olan nefstir ve akıl, kalb, gönül, ruh, vicdan, sır vb. olarak sıralanır. Bu letaifler fıtratlarında derc edilen hallerle uyumlu bir terbiyeye tabi tutulduklarında birbirlerinin yerlerine geçebilir, birbirlerine dönüşebilirler. Nasıl ki vücut iskelet sistemi ile ayakta kalırsa maneviyatın da bir iskeletin varlığına ihityacı vardır. Bu da kalbtir.
Kalb dünya ve ahiret hayatının arasında bir köprü, bir merkez ve ekvator hükmündedir. Manevi geçişlerin olduğu, her türlü insani halin en yoğun yaşandığı bir yerdir.
Kainatın toprağı dünya, dünyanınki insan, insanınki kalb. İnsan da kainat da topraktan yaratılmış. Kalb insanın his, umut, özlem, arzu gibi hallerinin birer tohum gibi üzerine ekildiği bir mekan. O tohumlar zamanla bir bahçeye veya bir ormana döner. Kalb döner ve döndürür. İnsani hallerin fıtri olarak işletilmesi ve ıslah edilmesi ile insanın kalbi kemale erer ve bir bahçeye döner. O insani haller nefsani hallere döndüğünde ise o kalb bozulur, sükut eder. O kalb insanı cehennemi bir karmaşa ve keşmekeşi sonuç veren ormana çevirir. Nasıl Mukallebül Kulup olan Allah kalbleri evirir, çevirir, değiştirir, dönüştürür. Kalb de insanı aynı şekilde evirir, çevirir, değiştirir, dönüştürür. Zaten kalbin bir anlamının da ‘değişmek’ olması bundandır. Kalb toprak gibidir. Değişir ve değiştirir.
Toprak ölüm vasıtasıyla insanın bedeninin / cismaniyetini nasıl saklarsa, kalb de hayatın maneviyat tarafına bakan yanlarını öyle saklar. Kalb unutulması gerekenler şeyler için üstünde anısı kalan nesne veya kişinin adının yazılmadığı taşsız topraksız bir mezar, hatırlanacak kadar anlamlı olan şeyler için ise kutlu bir türbedir.
Kalb iki alemin merkezidir. İnsanda kalb atalete uğradığında akibeti cismani olarak ‘ölüm’ olduğu gibi, kalb dalalete uğradığında hem cisnani hem de manevi olarak ölür. Oysa mümin bir kalbde hitama erme bir ‘ölüm’ değil, bir ‘vefat’tır.
Her kalb önce insanın sonra da kainatın bir hülasasıdır. Çizgi çizgi kalb insanının yüzünün, insanın yüzü de kainatın özetidir. Sanki kainat enlemiyle boylamıyla, binbir haliyle insanın yüzünde toplanmış, insanın yüzü de kalbinde.
Kalb bir haritadır. Enlemiyle boylamıyla, ağrısıyla sızısıyla, gelmişiyle, geçmişiyle, halihazırıyla her şey onun penceresinden ve merceğinden görünür, ona göre şekil alır, anlamlı olur.
Kalbin kendisi bir adese olduğu kadar bir hendesedir de. Hem ölçer, biçer, hem bir mercek gibi büyütür, bir harita gibi küçültür.
Kalb Samediyetin aynasıdır. Kalb yaratılan her mahluk ve masnuun Allah’a mecbur ve muhtaç olması ve hiçbir şeye O’nun muhtaç olmamasını gerektiren Samed isminin timsali, tezahürü ve cilvesidir. Kalb bir Samet yankısıdır. Nasıl güneş ısı ve ışığını toprağa yansıtırsa kalbe de ilk önce Samed’in tezahür, tecelli ve cilvelerini yansıtır.
Kalb bir yol ve yoldaştır. Kalb cismaniyatımızı manevi unsurlarımızla terbiye ve idare ederek, ebedi aleme götüren bir yoldaş ve rehberdir. Mana yolculuğunda maneviyatı oluşturan tayfayı terbiye ederek, beden kervanını idare eder
Rabbimiz kendinin sırrını insanda, insanın sırrını da kalbde saklamıştır. Kalb mücerret manaların keşfi için yaratılmıştır. Kalp keşfetmeyi ve keşfedilmeyi bekler. Hem bir hazine, hem de hazine arayıcısı. Kalp keşif, icat ve keramatın menzili ve menfezidir. Bunun için ehl-i kalb kişiler bizim bildiğimiz anlamıyla sembolik, soyut, imgesel düşünürler. Kainatla ve onu yaratan Rabbimiz ile dolaysız, insanlarla ise dolaylı ilişki içindedirler. Zira onlar keşf ve keramet ehlidirler. Ata ot, ite ot vermesini bilirler. Herkesçe soyut, derin manalı bir mesele olarak görülen durumları temsiller ve meseller vasıtasıyla insanların kalblerinde vuzuha kavuştururlarken, yine hemen herkese göre aleni olarak bilindiği sanılan meselelerin de görünmeyen yanlarına vurgu yapmak için güya pek somut olan meseleyi soyutlaştırırılar. Kalb ve ehl-i kalb sırrını kah müceretleştirir, kah müşahhaslaştırır. Kalp kendinin ve kainatın mücerret kalan sırlarını ifşa ve ihya eder.
Kalb imanının mahalli. Kalb insanın hazinesi. Kalb bir hazine olan imanın mekanı. İmanın lailaheillahillah zikri ile
yenilenmesi gibi iman da kalbi yeniler. Hiçbirşey kalbi iman nuru kadar besleyemez, yenileyemez. İman kalbin içinde depolanmıştır. Zaten her doğan kimsenin islam fıtratı üzerine doğması da potansiyel bir iman nurunun insanının kalbinde derc edildiğini göstermektedir. Kalb sair manevi varlıklarımızla bereber Maritetullah delilleri ile bu potansiyeli, bu birikimi peyderpey yeniler.
Kalb sürekli kendine vurgu yapar, kendini irdeler. Cansızlığını gidermek için Hakim ismi vastasıyla marifete yönelir. Arınmak ve durulmak için de dilin yardımıyla zikre döner. Zikir ve marifet iman nuru vasıtasıyla kalbi besler. Kalb varlığını bu ilahi marifet, hafi ve cehri tesbih ile sürdürür. Böylece kalb kemale erer. İnsanı huzura ve itminana (tatmine olmak) kavuşur. Zaten kalbler ancak O’nu zikretmekle tatmine ulaşmaz mı? Bu itminan, bu huzur hali ancak kalbin, ruhun ve vicdanın birer vasıtası ve parçası olarak değerlendirilebildiği zaman vuzuha kavuşabilir. O zaman kalb bir latife-i rabbaniye olur. İman nuru ile kendini de ruh ve vicdanla birlikte diğer letaifi de besleyebilir.
Kalbin iman nuru ile buluşmasının yollarından biride tuluat ve sünühat iledir. Bu sınırsız bir manevi mekanda ve zamanda iniş ve çıkışlar yapmakla mümkündür. Bununla ucu imana çıkan hakikatların en uç noktalarında ve iman nurunun kaynağına ulaştıran en derin yerlerde gezer. Bazen zirvede, bazen kuyu dibindedir. Böyle bir durumda kalbin söylemine ayak (akıl) uydurmak ve onu anlamak güçleşebilir. Bunun için kalb ayağının çok güçlü olmasa gerektiği aşikardır. Zira kalbin imanıbillah, maritefullah ve muhabbetullah ile kainatta yakaladığı ilahi nabzı başta akıl olmak üzere başka hiçbir letaif tekbaşına yakalayamaz. Fakat kalbin sezgileri, ilhamları, istiğrak halleri diğer letaifle destekleniğinde Sani ve Hakim’den, sanat ve düşünceden, tefekkür ve tezekkürden dolayısıyla ibadetten beklenen sonuçlara ulaşılabilir.
Kalbin hisleri diyebileceğimiz bir çok şey bazen akıl, sır, nefs, ruh... gibi varlıkların birinin eylemi, ef’ali (fiili), ahvali (haller) veya akvali (sözler, konuşmalar) olabilir. Kalb bazen birçok letaifin yerine geçebilir, yada öyle algılanabilir.
Kalb zaman ve mekan olarak çok geniş bir alana yayılabilir ve buralarda yeni yeni menziller açılabilir. Aklın hatırı günlerle sınırlanabilirken, kalbin hafızası yıllarla bağlantılıdır. Akıl gözünün gördüğü yerlerle sınırlı iken kalb gönlünün ulaşabildiği yere kadar uçabilir.Bunun için kalbin ihatasının genişliğinden rahatlıkla sözedebiliriz. Oysa akıl eserini ve eylemini ortaya koyarken nefis dışında başka hiçbir şeyden hakkıyla yararlanamaz. Bunun için aklın ihatasından bahsetmek hatadır.
Kalb bir yol, bir köprüdür. Gayb alemi ile şehadet alemi arasında bir köprü olan vicdanın dört ayağından birisidir.
Hayat sahibi her varlığın bir ruhu vardır. İşte kalb o ruhun dört güçlü hissinden birisidir. Kimilerine göre de kalb o ruhun ta kendisidir. Kalb ruh ile en çok anılan letaif olduğu halde kendine yüklenen his ve işlevler itibariyle ruhtan farklılık gösterir. Kalb marifet ve zikir ile ibadetini gerçekleştirirken, ruh ise ilahi muhabbet ve Allah’nın arzu ve isteklerini fiile geçirmekle ibadetini tamamlar. Yani kalb O’nu tanır (marifet), tanımlar (zikir), ruhsa tanıma ve tanımlamalarla bağlantılı olarak sever (muhabbet) ve sevdiğinin arzularına (marziyat) uyar. Oysa sevdiğinin arzularına uymak kendinin arzularına uymak arasında insan ihtiras veya sükuna tutulabilir. İhtirastan sükuna geçiş sanıldığı kadar hızlı ve kolay olmaz. Bazı manevi gayretlerin uzun süre tekrarlaması ile mümkün olur. Kalb arzuladığı şeylere akli çıkarımlarla ihtiras duyar. Bunun elde etmek için bütün ihtimalleri zorlar. Aklın yardımıyla bunlara ulaşamayacağını anladığında kendi arzularından sıyrılıp O’nun marziyatına doğru yol alır. Bu aşama sükun halidir. Burada kalb eşyanın üstündeki fena ve faniliği işaret eden yazıları okur. Okumadaki hassasiyetin ve samimiyetin derecesine göre sükun halinde O’nun arzularına teslimiyet hızlanır. İhtirastan süküna, muhabbetten marziyata, kalbden ruhun derece-i hayatına geçilir.
Kalbte Allah yazar; ve yazar bedenin derece-hayatından kalb vasıtasıyla ruhun derece-i hayatına geçebildiği müddetçe içinde A/RABÇA Allah yazan kalbini yazar.