GÜNLER GEÇER. Ve geçen günler, ‘geçmiş’ olur. Geçen her gün, bize takdir edilmiş ömürden bir yaprak eksilirken, geçmişimize bir yaprak daha eklenir. Hayat, varıp dayanacağı durağa kadar, böylece sürer gider.
Bütün bu zaman zarfında, insanın yaşadığı en büyük sınanmalardan biri, ‘geçen günler’ ile, ‘geçmişi’ iledir. Kimileri, geçen günlerde yaşananlara ‘eleştirel’ bir gözle bakar; artıları için Rabb-ı Rahîm’e şükrederken, eksilerden bugüne ve geleceğe dair dersler çıkarır.
Zira, bir yanda zaman ‘bir büyük müfessir’dir, öte yanda akıl deneme-yanılmalarla çalışır. Zaman adlı büyük müfessir, ‘geçen günler’ içerisinde, aklımızın verdiği hükümleri, aklımıza uyup ellerimizle yapıp ettiklerimizi tefsir eder, tartar, biçer, sınamadan geçirir. Doğruluğu test edilmiş olanlara daha sıkı sarılır; ‘hata’ sinyali aldığımız noktada ise kendimizi test ederiz. Hatanın nerede olduğunu anlamaya çalışırız.
İnsanın hayat içindeki büyük sınavlarından biri, işte bu noktada gerçekleşir. Geçmiş, akıl sahipleri için artısından da eksisinden de ders alınan bir ‘sınav kağıdı’ hükmünde iken, nefis sahipleri onu eksisi olmayan tertemiz bir kağıt olarak okumaya çalışırlar.
Bu, kişiler için de böyle, aileler için de, topluluklar ve cemaatler için de, toplumlar için de, devletler veya kurumlar için de.
Öyle insanlar görürüz ki, doğruların yanında yanlış da yapa yapa kemale ermiştir. Yaptığı her yanlış, ona hem ‘olmaması gereken’i göstererek ‘olması gereken’e sevkettiği gibi, yanlış yapanı bir çırpıda silmeme, insanlara zaman tanıma gibi bir ahlâkı da dünyasına yerleştirmiştir. Öyle insanlardır ki onlar, mayaları sağlam olduğu için, Rabb-ı Rahîm gece gibi karanlık bir yanlış halinden gündüz gibi aydınlık bir doğru bahşetmiştir onlara.
Keza, öyle topluluklar görürüz ki, başladıkları nokta içinde çok yanlışlar barındırır bir noktadır. Ama onlar, ‘inadına yanlış’çı değillerdir. Doğru bir niyetle, ‘doğrusu budur’ zannıyla yanlışa yönelmiş; zamanın tefsiriyle de doğruyu bulmuşlardır.
Böylesi insanların ve böylesi toplulukların en temel özelliği, kusursuzlaştırılmış, mükemmelleştirilmiş, yüceltilip kutsallaştırılarak ‘dokunulmaz’ kılınmış bir geçmiş tasavvuruna sahip olmayışlarıdır.
Bilakis, onlar, geçmişi artısıyla ve eksisiyle kabullenebilme; artısına artı, eksisine eksi diyebilme yeteneğine sahip kişiler ve topluluklardır. Bunu diyebildikleri için de, bugün bilgileri ve bilgelikleri yüksek, isabet yüzdeleri büyüktür.
Buna karşılık, kendilerini kendi elleriyle ‘kutsal geçmiş hapishanesi’ne hapsetmiş kişiler, topluluklar ve toplumlar da görüyor insan. Kusursuz bir geçmiş hayali adına, geçmişin kusuruna gözünü kapayan; aldığı her ‘hata’ sinyaline hatayı kendi dışında her yerde arama tepkisiyle karşılık veren kişiler, topluluklar ve toplumlar...
Nitekim, öyle insanlar görüyorum ki, “Tek kusurum kusursuzluk!” demeye gelen bir ‘geçmiş’ anlatımı içinde Allah’ın önüne koyduğu nice dersi elinin tersiyle iterek, zamanın nice tefsirinden kendini mahrum ediyor; zaman içinde, içteki muhayyel ‘gerçeklik’ hatırına nefsü’l-emirde olana, ‘objektif gerçekliğe’ karşı gözünü ve aklını kapatıyor; ve akıl körlerinin ‘he’ deyiciliği eşliğinde kendi elleriyle hayatın dışına itiliyor, marjinalleşiyor.
Keza, ‘geçmiş’e takılıp kalmış olup, bugüne dair iyi, doğru ve anlamlı bir ‘hayat hikâyesi’ sunamayan ailelere de çokça rastlıyor toplum.
Daha da acısı, tek kişi veya az kişiden oluşan bir aile neyse de, içinde yüzlerce, binlerce insan barındıran kimi topluluklar ve cemaatler de görüyoruz ki, ‘geçmiş’i yüceltmek adına zaman adlı büyük müfessir ve öğretmen eliyle Hakîm-i Ezelî’nin verdiği dersten kendilerini mahrum ederek, hayata tutunma yeteneğini yitiriyorlar. Ne garip, ne hazin bir durum ki, vâkıa apaçık ortada iken binlerce, onbinlerce insan onu göremiyor, seçemiyor.
Ve en acısı, koskoca bir toplumun dahi, ‘hatasız’ bir geçmiş adına, kutsal ve dokunulmaz bir geçmiş kurgusu hatırına, bugününü de, geleceğini de karartabildiğini görüyoruz.
Doğrusu, bir türlü aklıma sığıştıramadığım, havsalamın asla almadığı bir durum ortadaki... İnsan nasıl apaçık bir yanlışı görmez, nasıl ‘insanlık durumu’nun farkında olup rububiyet ve uluhiyet konumunda olmadığına göre yanılabilirliğin onun için normal bir durum olduğunu kabullenmez, nasıl geçmişini kutsallaştırma ihtiyacı hisseder, ve nasıl ‘dokunulmaz,’ zira ‘kusursuz’ bir geçmiş tasavvuru hatırına bugününü ve geleceğini mahvetmeye razı olur, bir türlü akıl sır erdiremiyorum.
Ama, ‘hiç hata yapmadığı’ bir ‘geçmiş’ tasavvuruyla aklı giderek güdükleşen insanlar da gözümün önünde; yanılanlar hep başkaları olurken ‘daima isabet etmiş’ topluluk ve cemaatlerin insana ‘nereden nereye’ dedirten sergüzeştleri de; geçmişine ‘eğriye eğri, doğruya doğru’ rahatlığıyla bakamayan toplumların ‘büyük geçmiş’lerden ürettikleri ‘zavallı bugün’ ve ‘perişan gelecek’ de...
Akıl sahipleri için, burada hata ettim, şurada yanıldım demek zor olmasa gerek.
Ama nefis sahipleri için, zor...
Oysa hatasını kabul etmek insanı alçaltmadığı gibi, hatasızlık iddiası insanı yüceltmiyor.
Durum tam tersi...