SÜRÜDEN AYRILMA ZAMANI veya HAYAT VE BEN

HER YENİ başlangıç benim için hayatı ve beni sorgulamanın en güzel vesilesidir. Yürüdüğümüz yolu, hayat tarzımızı, yaşama felsefemizi, dostlarımızı, mutluluğu, hayatın anlamını, hayatımızdaki doğruları, yanlışları, güzellikleri bu yeni başlangıç noktasında daha bir dikkatle sorgulamak ve tahlil etmek gerektiğini düşünüyorum.

İnsanların yalancı medeniyetini terk edeli yıllar oldu. Bu süre içinde çoğu zaman yalnızdım. Ama bu sizin bildiğiniz yalnızlıklardan değildi. Esas yalnızlık, insanların arasındayken hissettiğimizdir. Ben, biraz da, bu yalnızlıktan kaçtım. Yapayalnız yaşayarak bu yalnızlıktan kurtuldum. Yapayalnız olduğun zaman ancak, kendinle başbaşa kalır, her bakımdan kendinle arkadaş olursun. Ve kendine yöneldiğin an kainatın farkına varırsın. Oysa kurduğumuz medeniyet oyunları bizi kainattan uzaklaştırmak için icad edilen tuzaklardır. Dünyadan nasibi artanın ise kainattan nasibi azalır. Hatta hiçleşir. Halbuki dünyadaki her şey canlıdır. Bizimle beraber yaşar. Her ölen bir başka mekanda, bir başka zamanda dirilir. Bugünün toprağı yarının gülü, sonranın bülbülü olur. Yalnızlık bize kainatla kardeş olduğumuzu öğretir.

Kimliklerimizin sahteliğini öğretir bizlere tabiatla yaşamak. Ve ben bütün kimliklerimi bıraktım. Zengin veya fakir olmayı, yakışıklı veya çirkin, Yunanlı veya İngiliz, güçlü veya zayıf, akıllı veya aptal, tahsilli veya cahil, şanslı veya şanssız, soğuk veya sevecen... Tüm kimliklerimi iade ediyorum. Resmî kağıtların, toplumun, ailemin, arkadaşlarımın ve çevremin bana biçtiği gömlekler üstüme olmuyor artık. Bu kimliklerin hiç birini özgür irademle seçmiş de değildim zaten. Ne, nasıl, nice, niçin sorularını sormaksızın sahiplendiğimiz kimlikler ne kadar bizim olabilir? Biz ne kadar o kimliklere aid olabiliriz?

İçime bir çocuk düştü hanidir. İnanma diyen. Senin için hazırlanan bu kıyafet sahte. Farkında olarak veya olmaksızın “Kral Çıplak”ı oynuyorsun diye haykıran bir çocuk. Çok uğraştım. Ama içimdeki çocuğu susturamadım. Durmaksızın konuşan ve soran bir cin bu.

Neyim ben?

Neden bu dünyadayım?

Nereye gidiyorum?

Nedir yaşamak?

Ölüm nedir ve niyedir?

Neden birbirine düşman insanlar?

Niçin maskelerle dolaşıyoruz sokaklarda?

Neden vardır resmi kayıtlar?

İstatisliklerde bir numara olmak mıdır insanın değeri?

Ad, soyad, ana baba adı, doğum yeri, tarihi belli olunca kimliği belli olur mu insanın?

Neye, kime, nereye aidim ben?

Aidiyetim tek bir tuval üzerine çizilen bir desen mi, yamalı bir bohça mı?

Yeni bizimkiler kim şimdi? Ötekiler kim?

Sus çocuk! Sen artık sınırları çizilmiş ve ötesi uçurum olan bir varlığa aitsin. Güneşin doğduğu ve battığı yerde ölüm ve sessizlik hakimdir. Küreselleşme çağında, hepimizin etrafını kuşatan bu süratli, baş döndürücü kaynaşmayla birlikte yeni bir kimlik dayatılıyor hepimize: Ben yokum gölgem var.

Biz gölgeli insanlar. Gölgeleşmiş insanlar. Ne yapacağımız, ne olacağımız önceden çizilmiş. Çitlerin ötesinde bir dünya yok bize. Doğar doğmaz bizim için siparişi önceden verilen bir hayata atılıyoruz. Annemiz onların emrettiği kadar emziriyor bizleri. Gerisi hazır mamalar. Büyürken onların empozeleri tekrarlanıyor kulaklarımıza. “Büyük adam ol. Ez geç bütün çiçekleri. Yüreğin çatallı, bıçağın keskin olsun. Hayat mücadelesinde nasıl olursa olsun kazanan sen olmalısın.” Kulaklarımız ninnilere değil mekanik şartlanmalara alışıktır.

Sonra okul başlar. İnsanı tektipleştirme başlar. İyi insan, iyi vatandaş oluveririz marşların arasında.

Ardından tek tipleştirilmiş biriyle evlenir yuva kurarız. Şimdi, yeni bir tektipleştirme organizmasının ilk çekirdeği atılmıştır. Beklenen yeni mamüller en kısa zamanda uygun bir şekilde hayata hazırlanacaktır.

Sonuç: İşte bu sonucu söylemek zordur. Altmış veya yetmiş senelik çalışıp didinmelerimizi, dişlerimizle kazandıklarımızı, biriktirdiğimiz onca malı, mülkü, eşyayı, sevdiklerimizi geride bırakmak gerekecektir. Niye o zaman? diye geçiririz içimizden. Değer miydi bunca uğraşa, didişmeye, mücadeleye, üzüntüye?

Ben de kendimle beraber sizlere soruyorum: Bir gün terk edeceğimiz bu dünya için bunca koşuşmaya, mücadeleye, kavgaya, savaşa, göz yaşına, anlamsızlığa, boşluğa, yalnızlığa, çırpınışa değer mi?

Bugün artık bize anlamsız ve çağdışı gelen pek çok tabu, yüzyıllardır tartışılmaz gerçeklerdi. Bugünün tabuları acaba yarın ne olacak? Her gün, hayatımızı koyabileceğimiz bir değerin kofluğuna şahit olmuyor muyuz? Kaç defa değiştirdik öngörülerimizi? Bir zamanlar ölümüne dayatılan fikirleri kaç defa attık bir paçavra gibi.

Oluşturduğumuz dünya, geçerliliğini artık yitirmiş bir düşünce tarzının ürünüdür. Buradan ortaya çıkan sorunları aynı düşünce tarzıyla çözmemiz mümkün değildir. Her şeyi, bulunduğumuz, doğruluğuna inandığımız her şeyi oturup tekrar gözden geçirmeliyiz. Hayatımızı, dinimizi ve düşünme tarzımızı Münazarat’ta söylendiği gibi, “murakebenin gözüne” alarak, mercek altına yatırmalıyız. Bu bize yanlışın yanlış, hakkın da doğru olduğunu anlatacaktır. Vicdanımızı tüm açıklığıyla hakim kılacaktır. Vicdan yalan söylemez. Aklı kandırabiliriz ama vicdanı asla.

Bir hayatı, “ısmarlama bir hayatı” terk etmenin vakti gelmedi mi?

  26.09.2005

© 2021 karakalem.net, Levent Bilgi



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut