Eleştiri gıybet midir?

BUGÜN BU ülkede dindar kesimde göze çarpan en önemli çelişkilerden biri, ‘açık toplum isteyen kapalı cemaatî yapılar’ çelişkisidir.

Ortada olan, müthiş bir sıkışmışlık tablosudur.

Faşizm ve komünizm gibi totaliter ideolojilerin bütün dünyada yükselişe geçtiği bir dönemde türetilmiş köhnemiş bir ideolojiye yaslanarak hâlâ daha bu ülkede özgürlük taleplerine ‘evet ama’larla yaklaşıp mutlaka kendi kafalarına uygun büyük engeller koymaya çalışan muktedirlere karşı, ehl-i din, haklı olarak özgürlük talep etmektedir. Bir mü’min olarak inancını ve fikrini ifade ve izhar edebilme özgürlüğü gibi, en temel ve en masum bir özgürlük talebidir bu ve bir kez daha belirtelim, ehl-i din ‘din ve vicdan özgürlüğü’nü ve ‘düşünce özgürlüğü’nü anayasasında garanti etmiş bir ülkenin devletlûlarından bunu talep ederken kesinlikle haklıdır.

Ama öte yandan, ehl-i dinin, kendisinin muktedir olduğu alanlarda yeterince ve gereğince özgür olamadığı da bir vâkıadır. ‘Açık toplum’ isteyen nicelerinin iş cemaate gelince ‘kapalı cemaat’ lehine bir tutum sergilemesi; bu meyanda ‘dışarısı için’ makbul olan eleştirinin içeride peşinen ‘gıybet’le eşleştirilmesi, bizim bir gerçeğimizdir. “Ehakkı ararken bâtılın vücuduna bir nevi müsamaha vardır” diyen Bediüzzaman’ın daha yüz yıl önce açıklıkla ortaya koyduğu üzere, ‘doğru’nun içinde ‘daha doğru’yu ve hatta ‘en doğru’yu bulma çabası farklı ve hatta aykırı düşünebilme yeteneğini gerektirir; ve ancak bu takdirde ‘doğru’nun içinden ‘daha doğru’ ve ‘en doğru’ meyvesi devşirilebilir. Bu yüzden de, özgürlük, ‘düşünme’nin ayrılmaz bir parçasıdır. Gelin görün ki, ehl-i dinin içerisindeki yapılanmalara baktığımızda, ‘en doğru’nun zaten birisi veya birileri tarafından ifade edildiği, bize düşenin bu ‘bütün’ün dişli misali ‘mekanik’ bir parçası olmamız gerektiği şeklinde bir anlayış hakimdir. En ufak bir farklı ses ise, yuvasından oynamış bir dişlinin çıkardığı ses olarak algılanır; dolayısıyla, ‘makine’nin selameti adına o ‘dişli’ ya yerine iyice sıkıştırılır (farklı düşünmemesi sağlanır), veyahut bu dişlinin artık iflah etmeyeceği düşüncesiyle çıkarılıp değiştirilir.

İşte bu çerçevede, ehl-i dinin bizatihî ehl-i din nezdinde getirdiği her türden eleştiri, ‘gıybet’ sınıfına sokulup reddedilir. ‘Her türden eleştiri’ derken, elbette, ehl-i dinin ‘muktedirleri’ arasında yer almayanların getirdiği her türden eleştiridir bunlar; yoksa, muktedirlerin mutlak bir eleştiri hakları vardır. Onlar eleştirebilir, ama eleştirilemezler.

Tam bu noktada, Bediüzzaman’ın Münazarat’ını hatırlıyor insan. Yazılmasının üzerinden neredeyse yüzyıl geçmiş, ama içimizde ‘yaşanılır’lığından söz etmenin hâlâ daha mümkün olmadığı bu Eski Said harikası, ehl-i dinin çemberi yırtıp fikren ve fiilen inkişaf edebilmesinin birinci şartı olarak, hep ‘hürriyet’i işaretler. Bu eserde Bediüzzaman’ın ısrarla belirttiği üzere, ehl-i dinin yaşadığı fikrî ve fiilî gerikalmışlık, farklı farklı suretler alıp üstümüze çöreklenmiş ‘istibdad’la yakından ilgilidir. Bu meyanda, farklı fikirlerin ifadesinden bir ‘tadil’ ameliyesinin değil bir ‘tadlil’ neticesinin çıkmasına sebebiyet veren ‘istibdad- ilmî’ de siyasî istibdadın oğlu ve taklidin babasıdır. Siyasî ve manevî otoritesine dayanarak kendi dediğini dayatmaya çalışan, başkalarının aklını kendi cebinde görmek isteyen kişiler ise hakikat-ı halde ‘büyük’ değillerdir. “Tekebbür edeni, siz büyük tanımayınız.”

Bu meyanda, aynı eserinde, Bediüzzaman, gerçek bir ‘büyük’lük örneği sunar. Herhangi bir söz veya fiil için, “Siz mehenge vurmadan almayınız” dedikten sonra, “Hatta benim sözümü de” der, “ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler, hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız; bakır çıktı ise, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”

Bediüzzaman gibi bir gerçek bir büyüğe gerçekten yakışan bu son derece açık yürekli, açık fikirli ve mert cümleler içinde dikkati çekmesi gereken ifadelerden biri onun kendi sözleri için dahi “...eğer bakır çıktı ise, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz” sözüdür.

Aynı Bediüzzaman, “Uhuvvet Risalesi”nin müellifidir ve bu risalenin hâtımesi “Gıybet hakkında”dır. Bu hâtimede, Hucurat sûresinin ilgili âyetinin i’cazını da izhar ederek, gıybetin çirkinliğini ve zararlarını ortaya koyar Bediüzzaman.

Yani, “Sözlerim bakır çıktı ise, çok gıybeti üstüne takınız, bana gönderiniz” diyen Bediüzzaman, ‘gıybet’in haram olduğunu bilen ve bu haramiyetin hikmetini muazzam bir incelikle kavramış bulunan bir insan olarak bunu söylemektedir.

Peki, Bediüzzaman, neden ‘mehenge’ vurduğumuzda altın değil de bakır olduğunu anladığımız sözlerini ‘çok gıybeti üstüne takarak kendisine iade’yi bize önerirken, bize neyi ders vermektedir?

Buradan çıkan ders, görebilen için açıktır ve besbellidir. ‘Gıybet,’ bir sözünden veya fiilinden dolayı bir mü’minin şahsının, bir bütün olarak şahsiyetinin zemmedilmesidir. Oysa, nefsine uyup yanlış bir davranış sergileyen veya aklen bir yanlış düşünceye kapılan bir mü’min, bu halde dahi mü’mindir; ve bu yanlış davranışı yahut düşüncesi yüzünden onu bir bütün olarak zemmedemeyiz, kalbini itham edemeyiz, şahsını rencide edemeyiz.

Ama, kalbini itham etmeyelim, şahsını rencide etmeyelim derken, sergilediği uygulama veya düşünce yanlışına seyirci olmamız da gerekmez.

Bilakis, imanı itibarıyla değer verdiğimiz bir mü’min, değiştirilmesi gereken bir yanlış fiil veya yanlış düşünce sunuyor olabilir. Ve bu noktada, şahsına değil, fiilini veya düşüncesini mehenge vurup ‘çok gıybeti o fiil veya düşüncenin üstüne takma’ya kesinlikle hakkımız vardır.

Sözün kısası, bir mü’minden yahut bir mü’minler topluluğundan sâdır olan fikirler ve fiiller, sâdır olduğu adres mü’min olduğu için ‘dokunulmaz’ değildir. Hangi sıfatı haiz, hangi ayardaki mü’minden sâdır olursa olsun, sözleri ve fiilleri mehenge vurmak hakkımızdır.

Bunun kaçınılmaz sonucu olarak, eğer bakır çıktı ise, bu sözü ve fiili eleştirmek de...

Velhasıl, söz ve fiilin eleştirisinde sınır çizgisini aşıp ‘şahsın zemmi’ demek olan ‘gıybet’e düşme riski olmakla birlikte; eleştiri, gıybet değildir.

Yahut, Bediüzzaman’ın Münazarat’taki tanımını kullanırsak, zemmedilen gıybet şahsın gıybetidir; sözün veya fiilin değil...

Bu satırların yazarı zaman zaman sözün veya fiilin eleştirisi bâbında ‘zülf-i yâre’ dokunan sözler söylüyorsa, bundan rahatsızlık duyanlar bilsinler ki, meselelerini bizimle değil, bu yolda da bize yol ve ölçü göstermiş bulunan Bediüzzaman’la halletmeleri gerekmektedir.

  01.09.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut