“NAMAZ DAHİ bütün ibadatın envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.”
Geçenlerde bir ders müzakeresi ortamında bu ifadeleri okurken ‘mahluk sınıflarının ibadet renklerine namaz nasıl işaret eder’ diye düşününce, aklımıza ilk gelen hemen, İşârâtü’l-İ’caz’daki:
“Evet, nasıl ki Fâtiha Kur'ân'a, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekât ve sair hakikatleri hâvi olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlûkatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin nümunelerine de şâmildir. Meselâ secdede, rükûda, kıyamda olan melâikenin ibadetlerini, hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir” |
ifadeleri oldu.
Bu ifadelerle mahlukatın ibadet renklerini namazın nasıl temsil ettiğini anladığımı zannediyordum. Melekleri görmüyorum, ama kıyamın ağaçları, rükunun en’âm tabir edilen hayvanların halini, secdenin de taşların duruşunu temsil etmesi güzel fakat yetersizdi. Açık konuşayım, bu izah bana fazla avamî görünüyordu. Hele “Dokuzuncu Söz” gibi bir namaz şaheserinin ibarelerini anlama noktasında, yıllar yılı, çok sığ geldi bana. Müellifin 1914'teki bu keşfi elbette isabetli ve medar-ı istifadeydi, ama oniki yıl sonra yazdıgı “Dokuzuncu Söz”de biraz daha kemalini bulmuş olmalıydı.
Geçenlerde yine “Dokuzuncu Söz”ü okurken, ‘esnâf-ı mahlukatın elvân-ı ibadetleri’nden kasıt nedir, diye düşündük. Anlık ağaç, hayvan, taş şekillerinden ziyade, dinamik bir haldeki mahlukatın hayat tavırlarının aslında namazın erkanını tarif ettiği hatırıma geldi. İşte tam bu noktada “Beşinci Nükte”deki yatsı vaktinde kemalini bulan tefekkürdeki bazı ifadeler dikkatimizi çekti.
Mahlukat gün, sene, insan ve âlem zaman dilimlerinde bir batış yaşıyordu. Yani gece, kış, unutulma ve kıyamet sonrası vaktinde, özellikle de kış vaktinde kendilerini tanımlatan bütün sıfatlarını toprağa serip derin bir sessizliğe bürünüyordu.
‘Zevalde gurub seccadesi’ ifadesi bize anahtar oldu. ‘Zeval’ gibi soyut bir kavram ve secdeye işaret eden ‘seccade’ gibi somut bir kavramla ‘gurub’ kelimesini beraber kullanmakla müellif aklımıza bütün batışların bir secdeye alamet olduğunu ihtar ediyordu. Yani, kendi benlik değerlerini, kendi yapan değerlerinin hepsini bir kenara bırakıp toprağa serilmenin, yani kendinden başka birşey hesabına kendini unutmanın, kendi hiçliğini ilanla O’nun kemalini ilan etmeninsessiz anlatımını bize gösteriyordu.
Aslında yatsı vaktinden sonra yatan, herşeydir. Gündüzün parlak mevcudatının gizlenmesi, senenin ölümleri, asırdaki kayboluş ve unutuluşlar ve nihayet ileride de dünyanın bir bütün olarak uykuya ve yatışa geçişleridir. Yatsı vaktinde bunu hatıra getiren de, “Dördüncü Nükte”de izah edilen, büyük kâinat saatinin millerinin ilişkisiydi. Secdeye giderken akla gelmesi gereken, bütün bu batış, uyuyuş ve kayboluşlar olmalı—yoksa sadece gecenin karanlığı değil... Gerçi gecenin karanlığı diğer karanlıkları anlamaya vesiledir, ama yüz watt’lık lambalar altında kıldığımız yatsı namazı bizi dış dünyadan koparıp bulunduğumuz mekâna çiviliyor.
Maamafih, deveran durmuyordu. Kısa süren o secdeden sonraki günde, güneşin doğuşu, senede bahar, haşirde insan, kâinatta beka kalkışları vardı. Tekrar emredilen halde hazır beklemeleri, onların secde sonrası kıyamları oluyordu. Bütün batanlar yine bir emirle bahar mevsiminde bir sene öncekinin aynısı gibi tekrar dirilip, canlanıp, yeşillenip ayağa kalkarak emre amade olduklarını ifade eder gibi geniş ve intizamlı bir itaat görüntüsüyle adeta el bağlamış gibi oluyordu.
İnsan ise bu olanların hem seyircisi, hem de parçası olduğundan, bu bütünlüğe katılmakla kemalini buluyordu. Yaşadığı kâinata yabancı kalmadan onunla barışık bir birliktelikle ruhu huzur ve sukun bulacaktı. Herhalde yapacağı en güzel secdesini, mevcudatın zevalde gurub seccadesinde batışından ders alarak yapacaktı. Yani mahlukat gibi, kendi gerek bedeni itibarıyla ve gerek sıfatları itibarıylabir hiç olduğunu görerek yapacaktı. Yine en guzel kıyamını da baharda kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ olan mevcudatın halinden aldığı hissiyatla yapabilirdi.
Bu bütünlük içinde, cismen küçücük olan insan bu kâinat topluluğuna uyum sağlayıp secdeye gittiginde kendisi bu azametli işlerin yaratılma sebebi olabiliyordu.
Ve böyle bir ibadeti kendi başıma, kendi aklımla kâinata bakarak anlamam mümkün olmadığından, bana bu nevi kulluğu öğreten Zât'a (a.s.m.) ümmet olmanın iftiharını duyduğumu ittiba ettiğim sünnetle gostermem gerekiyordu...