BU YAZI, Risale-i Nur hakkında övgü dolu bir yorumla başlayıp bitse kimin nasıl mukabele edeceğini tahmin edebiliyorum. Risale-i Nur dairesinde yer alanlar, bunu kendi ‘meslek’lerinin haklılığının yeni bir teyidi olarak karşılarken, Risale-i Nur dairesi dışındakiler aynı yorumu ‘abartılı’ bulacaklardır.
Hemen belirtelim: Bu yazı, böylesi bir ‘övgü’ için yazılmadı. Övgü için yazılmadığı gibi, güya olaya ‘tarafsız’ bakıyor olmak için ‘kusur arayıcı’ bir tavırla da yazılmadı. Bilakis, bu satırların yazarı Risale-i Nur’a ‘daire içinden’ muhatap olanların ‘övgü’lerinde bir ifrat gördüğü gibi, ‘daire dışındakiler’in tavrında da bir tefrit görmektedir. ‘Övgü’lerin taşıdığı ifrat, Risale-i Nur’un, deyim yerindeyse ‘köksüz’ bir biçimde, beslendiği temeller, bilhassa üzerine bina olunduğu İslâmî miras görülmeden yahut gösterilmeden övülüyor olmasıdır. Tefritin sebebi ise, ya gene aynı şekilde, Risale-i Nur’un bu köklerden kopuk bir ‘türedi’ olarak görülmesi; yahut muhteşem bir mirasın ‘vasat bir kopyası’ diye değerlendirilmesidir.
Bu bakımdan, gerek Risale-i Nur’u İslâmî gelenek ve mirastan kopuk biçimde takdir etmek de, Risale-i Nur’u takdir etmemek de kesinlikle sorgulanmayı hak etmektedir
Şahsen, Risale-i Nur hakkında en doğru değerlendirme yapmaya ehil olanlar, ne ‘dışarı’yı görmeyecek kadar ‘içinde olduğunu’ düşünenlerdir; ne de onun içerisine nüfuz edemeyecek kadar dışında duranlar. Risale-i Nur hakkında en doğru değerlendirmeyi yapacak olanlar bütünüyle insanlık tarihine, hususan İslâm tarihine, özellikle düşünce tarihine nüfuz eden; öte yanda kendi iç dünyasını tam bir incelikle okuyabilen insanlardır ve şu an böyle birileri var mıdır, bilmiyorum.
Kendi namıma, Risale-i Nur’la muhatabiyetimióbilebildiğim kadarıylaóinsanlık tarihinin, hususan İslâm tarihinin ana çizgileriyle bütünleştirince, Risale-i Nur’un belli bir coğrafyayla ve dar bir zaman kesitiyle sınırlanacak sığ bir eser olmadığını görüyorum. En başta, Türkçe, Arapça ve Farsça risale ve bahislerin terkibinden oluşan bir külliyat olması, onun birileri onu hep belli bir coğrafyayla sınırlı görmüş de olsa, coğrafya-ötesiliğinin en birinci örneğidir. Onu belli bir coğrafyanın üstünde kılan asıl husus ise, meselâ ‘Türk insanı’nı yahut ‘Anadolu insanı’nı değil, ‘insan’ı hedef almasıdır. Bu, Risale-i Nur’u dar bir zamana sıkışmaktan alıkoyan şeydir de.
Risale-i Nur’da, baştan sona, ‘insan’ vardır. Tüm risaleler, ‘bir insan’ın eseridir; ve bu insan hiçbir konuyu ‘kendi’sini dışarıda tutan hükmedici, didaktik, vaaz verici yahut dayatmacı bir üslupla sunmamaktadır. Bilakis, bütün bahisler, yer yer samimi bir otobiyografi üslubunu bürünen ama hiçbir zaman muhakemeyi gevşetmeyen bir tarz içinde, insanın temel soruları, arayışları, acıları, zaafları, aczi, ihtiyacı, beklentileri.. ekseninde gelişmektedir. Bütün bahisler, fıtratın dile getirdiği, birincisi ‘varoluşun anlamı’ olan bu temel soru, sorun, acı ve arayışlara ise, kâinatın Rabbinin Kelâm-ı Ezelî’si ve de o Ezelî Kelâm’ın elçisi olan zâtın (a.s.m.) sünneti ışığında cevaplar sunmaktadır. Tek tek de ele alınsalar, her bir risalede bu bütünlüğün korunduğu görülecektir.
Yukarıda altı çizilen dört husus, gerçekten, Risale-i Nur’un belkemiğidir. Risale-i Nur, fıtrat, kâinat, Kur’ân, Resul-i Ekrem dörtlüsünden biri dahi gözardı edilerek anlaşılamaz.. Risale-i Nur, her yönüyle fıtratı esas almakta; bu yüzden bilinen haritalar üzerine fani ve arzi gezintiler yerine, ‘harita-i insaniye’de keşif yolculukları yapmayı tercih etmektedir. İnsanın fıtratından kopup gelen temel soru, acı ve arayışlara çözümün ipucu ise, fıtratın verileri ile kâinatın taşıdığı mesajların yüzleştirilmesi, enfüs ile âfâkın, iç dünya ile dış dünyanın buluşturulmasıdır. Gerek enfüsün, gerek âfâkın okunması ve yorumlanması ise, kesinlikle yalnız başına, kılavuzsuz, sırf aklın ya da duyguların eliyle yürütülen rasyonalist veya romantik bir sefer değildir. Bilakis, insan da, kâinat da insanı ve kâinatı yaratan Rabbu’l-âlemîn’in Ezelî Kelâmının rehberliğinde okunmaktadır. Kelâm-ı Ezelî’nin nasıl okunup yorumlanacağı ve nasıl yaşanacağı ise, Resul-i Ekrem’in hal, söz ve tavırlarının, kısacası hayatının ifadesi olan ‘Sünnet’te ifadesini bulmaktadır.
Bir bütün olarak insanlık tarihinin, insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası ve bir ‘mikro-örneği’ olarak İslâm tarihinin ve de her bir insanın ana sorularına çıkış arayışı, Risale-i Nur’da bu eksene oturur. Risale-i Nur’un felsefe-nübüvvet ikilemesi üzerine oturan genel kurgusu, bu çizgide asıl anlamını bulur. Onun, akıl-vahiy ilişkisi, iman-İslâm bütünlüğü, hilafet-saltanat ikilemi, dünya-ahiret denklemi, celâl-cemal dengesi, tekvinî şeriat-tedvinî şeriat beraberliği, tevhid-şirk ikilemi gibi kalıcı sorulara; keza zamanların getirdiği meselelere, bilhassa Modern çağın meydan okumalarına karşı yaklaşımı hep bu çizgide gelişir.
Fakat, gerek kendisini Risale-i Nur’la tarif edenler, gerek kendisini Risale-i Nur dışında görenler tarafından, bu ana çizgi yeterince ele alınmamıştır. Hatta, neredeyse kısmen ele alınmış dahi değildir. O yüzden de, ortaya çıkan Risale-i Nur resmi, Risale-i Nur’un gerçek resminin çok zayıf, çok silik, çok flu bir kopyasından ibarettir. Ne var ki, birileri bu resmi, Risale-i Nur’un aslı zannedip, ona yaklaşmaktan daha da geri durmayı tercih etmektedir. Hele işin içine, Risale-i Nur’a Risale-i Nur’un kendi paradigması haricinden yapılan yaklaşımlar; ve böylesi yaklaşımlarla gelen yakıştırmalar ve yanlış yorumlar girince, vaziyet hepten bulanıklaşmaktadır.
Bir kez daha vurgularsak, Risale-i Nur’un dayandığı temeller ve kökler ve o kökler üzerine inşa ettiği düşünce ve hayat modeli ne Risale-i Nur dairesi olanlar tarafından; ne de haricinde duranlar tarafından hakkıyla anlaşılmış, resmedilmiş ve yaşanılmış değildir. Ona dair bu kadar zıt yorumların, bu kadar ayrık düşüncelerin ortada kol gezmesi; hele hele, Risale-i Nur’un en uzağında olduğu modernist duruşun müslüman veya gayrimüslim temsilcilerinin dahi onu kendi yollarında ‘araçlaştırma’ teşebbüsleri işte bu yüzdendir.
Risale-i Nur, insanın temel sorularının ve dolayısıyla İslâmî tarihin ve mirasın tam ortasındadır; ama biz bugünün insanları Risale-i Nur’un ‘ortasında’ değiliz. Ya yanındayız, ya karşısındayız; ama ‘içinde’ durmuyoruz.
Risale-i Nur’un asıl keşfedilişi ise, ancak bu ‘içinde’ oluş başarıldığı sürece mümkün olacaktır. Ve bu, herkesin hayrına olacaktır.