Okumalar

Bir İftirayla Gelen

İFK HADİSESİNDEN sonra gelen âyetlerle, iftira gibi bir çirkinliğe yeltenen insanlar, ‘çamur at, izi kalsın’ keyfîliğinden ebediyen mahrum bırakılmışlardır. Bir iddiada bulunan veya bir iddiayı yayıp taşıyan kişiler, doğru söylediklerini dört âdil şahitle isbat edemezlerse, Allah tarafından, ‘yalancının ta kendisi’ ilan edilmektedir.

Ezel ve Ebed Sultanı olan Âdil-i Rahîm’in, iffetiyle tanınan biri hakkında yakışıksız bir iftira duyduklarında kullarından istediği, ne iftiraya katılıp yaymaktır, ne de sessiz kalmak. Bilakis, âyet, “Bunu dilimize dolamak bize yakışmaz. Bu açık bir iftiradır” şeklinde açık ve kesin bir tavır istemektedir.

İftira ile şahsî hukukların çiğnenmesinin yanısıra, ortak hayatlar da yara alıyor; ve hakkında iddia edilen kişi bundan uzak da olsa, çirkinlikler ‘alelâde’leşiyor, ‘normal’leşiyor. Zira, çirkin fiillere yönelik içsel ve sosyal direnç noktaları törpüleniyor.

Hz. Âişe’ye yönelik iftiraya cevaben gelen vahiy, Kadîr-i Zülcelâl’in tek bir kulunun cüz’î bir hukukunu dahi ihmal etmediğini; bir kuluna yönelik tek bir haksızlığa dahi rıza göstermediğini bildiren muazzam bir tevhid ve ehadiyet dersi veriyor mü’minlere.



Saadet Asrında sahabilerin yaşadığı olayların en unutulmazlardan biri, Hz. Âişe’yi hedef alan bir iftira sonrasında yaşananlardır. Bu iftiranın üretildiği anı takip eden günler ve haftalar boyu, Âişe validemizi, Resûlullah’ı, Ebu Bekir ailesini ve bir bütün olarak mü’minler topluluğunu feci şekilde sarsan bir sınanmadır yaşanan. Sebepler dairesinde ne Hz. Âişe’nin (r.a.), ne eşi Hz. Peygamberin, ne babası Hz. Ebu Bekir’in çözmesi mümkün olmayan iftira düğümünün gelen vahiyle çözülmesi ise, o gün bugündür müthiş bir ehadiyet dersi verir anlayana. Ki, sahabiler, bu dersi en iyi anlayan insanlardır; zira bu dersi, ilk elden, capcanlı, taptaze bir halde almışlardır.

Nur sûresinin yirmi civarında âyetinin iniş sebebi olan bu olay, en temelde, Kâinat Sultanının koskoca kâinat içinde hiçbir şeyden gafil kalmadığını bildirmesi itibarıyla anlamlıdır. Bu olay, her biri yüzmilyarlarca yıldız barındıran milyarlarca galaksiyle süslü gökkubbenin altındaki şu minik dünyada o sıralar yaşamakta olan milyonlarca insandan yalnızca birine ve de yalnız bir noktada edilen iftiraya âlemler Rabbinin müdahalesini seslendiren âyetlerle, müthiş bir tevhid ve ehadiyet dersi verir gerçekten. Onun, herşeyi kuşatan; bütünü kuşatırken parçayı unutma, büyüğe bakarken küçüğü gözden kaçırma gibi noksanlardan münezzeh; mutlak anlamda Gören, mutlak anlamda İşiten, mutlak anlamda Bilen, mutlak anlamda Hakim bir Kadîr-i Zülcelâl olduğunu göstermektedir çünkü.

Hadise, herhalde, çoğu mü’minin malumudur. Müreysi’ veya Benî Mustalık gazvesi dönüşündeki bir konaklama esnasında gerdanlığını kaybettiğini farkeden Hz. Âişe, kayıp gerdanlığını ararken kervandan geri kalır. Münafıklar, bu geri kalışı başka anlamlara çekerek, Hz. Âişe’ye akla gelecek en çirkin fiili yakıştırma vesilesi yaparlar. Ve, hazindir, sahabiler içinde bunu en azından bir ihtimal olarak mümkün gören insanlar da bulurlar; ki, bunların önemli kısmı, bir şekilde Hz. Âişe’ye karşı ‘sorunlu’ insanlardır. Meselâ, Havle binti Cahş, Âişe’nin gözden düşmesiyle Hz. Peygamber’in hanımı olan kendi ablası Zeyneb’in Resûlullah nezdinde itibarının yükseleceği düşüncesiyle bu iftiranın yayılmasına âlet olur. Üstelik, ablasının, Âişe hakkında hayırdan başka birşey bilmediğini, böyle birşeyi ona yakıştırmasının mümkün olmadığını açıkça ifade etmesine rağmen.

Sonuçta, olanlar olur, hadise Hz. Âişe’yi, Resûl-i Ekrem’i, Hz. Ebu Bekir’i, Ebu Bekir ailesini, ve bir bütün olarak mü’minler topluluğunu feci şekilde yaralayıcı bir mahiyete bürünür.

Hadisenin en ağır tarafı, mağdur tarafın töhmet altında kalması ve bu töhmetten kurtulmak için ‘suçsuzluğunu isbat’a mecbur bırakılmasıdır. Ne ki, iddia edilen çirkin fiilin vâki olduğuna veya olmadığını görebilir durumda kimse yoktur zaten. Hadise, bir Peygamber hanımının Resûlullah’ın asla ayıplamadığı bir kadınsı duyguyla, sevdiği ve yitirdiği gerdanlığını bulmak üzere çölde yapayalnız kalmasından kaynaklanmaktadır.

Sonuçta, iddia sahiplerinin ve bu iddiayı yayanların rahat rahat ortalarda dolaştığı, Âişe’nin ise masumiyetini isbat edecek bir şahitten mahrum olduğu için insan içine çıkamaz duruma geldiği feci şekilde şefkatsiz ve adaletsiz bir durum yaşanır. Haftalar boyu, Âişe validemiz, işlemediği bir fiilin ağırlığıyla yaşamaya mahkum bırakılır.

Yalnız Hz. Âişe değildir bu ağırlığı yaşayan. İftiranın asıl hedefi Resûlullah’tır; ve o da, tam da iftirayı üreten münafıkların hedeflediği üzere, feci bir ikilemle yüzyüze bırakılmıştır. Hiçbir şey olmamış gibi davransa, bir yanda çirkin bir fiille suçlanan bir hanımla evliliğini sürdürüyor olduğu için ahlâkına ve dolayısıyla bir Resûl olarak ismetine ilişilecektir. Âişe’yi boşasa, hakkında delil olmayan bir iddiadan dolayı hanımını cezalandırmış olma gibi bir adaletsizliğe duçar olacaktır.

Haftalar boyu, sebepler dairesinde delil arar Hz. Peygamber. Âişe’nin o güne kadar yaşadığı iffet timsali hayat ortadadır, ama o fiilin ne işlendiğine, ne işlenmediğine dair bir delil ve şahit yoktur. Ki, bu durum Resûl-i Ekrem’i müthiş derecede etkilediği için, Hz. Ali gibi bir büyük sahabi, Hz. Âişe için edilen iftiralara zerre miskal taraftar olmaksızın, sırf Resûlullah’ın risalet vazifesine salimen devam etmesini temin gibi asil bir niyetle, Âişe’yi boşamasını önerecektir ona.

Fakat, velev ki ucunda umumî bir maslahat gözüksün, böyle delilsiz ve şahitsiz bir fiilden Resûl-i Ekrem (a.s.m.) uzak durur ve lehte ve aleyhte şahitlerin zuhurunu bekler. Âişe de, olayın merkezindeki kişi olarak, üzerine yüklenen fiilden azadeliğini en iyi bilen insan olduğu halde iftiraya kananların nezdinde bunu ifadenin bir anlam ifade etmediği bir halde, bekler. Ve, Âişe’nin masumiyetini—veya suçluluğunu—isbatın sebepler dairesinde mümkün olmadığı bu ortamda, şahitlik Arş-ı A’zam’dan gelir. Sultan-ı Kâinat, Nur sûresinde yer alan ifk âyetlerini vahyeder. Şeytan düğümü, tabir yerindeyse, Kadîr-i Zülcelâl’in ‘olaya el koymasıyla’ çözülür.

Özelde Hz. Âişe, ailesi ve Resûl-i Ekrem açısından, genelde bütün mü’minler açısından son derece zor ve ağır bir halde geçen ifk günlerinden sonra gelen vahiy, “Bunu bir şer olarak saymayın; bilakis, o sizin için bir hayırdır” müjdesini verir. Nitekim, bu vesileyle, mü’minler, Kadîr-i Zülcelâl’in tek bir kulunun cüz’î bir hukukunu dahi ihmal etmediğini; bir kuluna yönelik tek bir haksızlığa dahi rıza göstermediğini bildiren muazzam bir tevhid ve ehadiyet dersi almışlardır. İkincisi, bu hadise vesilesiyle gelen âyetler ile, iftira gibi bir çirkinliğe yeltenen insanlar, ‘çamur at, izi kalsın’ keyfîliğinden ebediyen mahrum bırakılmışlardır.

Âyetin fermanıyla, ortada bir iddia varsa, doğruluğunu isbat, iddiayı ortaya atanın veya yayanın boynuna borçtur. Bir iddiada bulunan veya bir iddiayı yayıp taşıyan kişiler, doğru söylediklerini dört âdil şahitle isbat edemezlerse, âyetin tarifiyle, ‘yalancının ta kendisi’ ilan edilmektedir. Böyleleri için, bundan böyle, Allah tarafından bu ağır ifadeyle nitelenmeye mahkum olmanın ötesinde, seksen kırbaç gibi maddî bir ceza da vardır. Bir diğer ceza ise, bu insanların şahitliğinin bundan böyle asla kabul edilmemesidir.

Burada dikkate değer bir husus, meselâ bir, iki veya üç şahidin bir ‘iddia’yı ‘iftira’ niteliğinden arındırmak için yeterli sayılmamasıdır. İddiada bulunan ve buna karşılık yalnız üç adil şahit gösterebilen kişi de, iftira cezasının sonuçlarına katlanma durumundadır. Bu, ‘ağzından çıkanı kulakların duyması’ yönünde bir ilâhî ikaz olarak da okunabilir. Buna göre, kişi, ancak dört şahidin bulunduğu, yani artık ayyuka çıkmış, açığa vurulmuş bir kötülüğü dışa vurup tedbir alınmasını sağlamaya cesaret edebilecek; yoksa, meselâ kendisi bir çirkin fiil görmüş olsa dahi, bunu uluorta anlatıp insanların zihinlerini çirkin işlerle meşgul etmekten uzak duracaktır. Ki, bunda, mü’minler topluluğunu ikide bir konuşarak kötülüğü ‘normalleştirmek’ten uzaklaştırma gibi bir hikmet de vardır.

Dört şahit şartının tek istisnası, kocanın karısına zina isnadında bulunmasıdır. Nur sûresinin ilgili âyetinin fermanıyla, bir erkek, eşinin bir başka erkekle tam bir cinsel ilişki yaşadığını iddia ediyorsa, yapacağı, bunu sağa sola yaymak değil; doğru söylediğine dair dört defa Allah adına yemin edip beşincide “Eğer yalancılardan isem, Allah’ın lâneti benim üzerime olsun” diyerek, eşiyle karşılıklı lânetleşmesidir. Bu lânetleşmeye razı olup böyle bir yeminde de bulunduktan sonra, ilgili iddia bir daha tekrarlanmayacaktır artık. Belirtelim ki, bu da, yalnız ‘kendi hanımlarına zina suçu isnad edip de kendisinden başka dört şahit getiremeyenler’e mahsus bir istisnadır; yoksa, bir insanın eşi olmayan bir insan hakkında böyle bir iddiayı dile getirmesi durumunda ‘lian’ kurumu işlememektedir. Eşi olmayan bir insana iftirada bulunan kişinin ‘lian’ hakkı yoktur. Bu durumdaki kişi, iddiasını dört adil şahitle isbat edemiyor ise, doğrudan, âyetin öngördüğü cezaların tamamına hak kazanmaktadır.

Masum kişileri zan altında bırakan, toplum hayatını çirkin şeylerin konuşulduğu bir mezbeleliğe dönüştüren iddia ve iftiralar üreten ve/veya yayanlara karşı böylesine kesin ve keskin ölçüler getiren Cenab-ı Hak, Hz. Âişe’nin maruz kaldığı iftiranın bu kadar kolay biçimde yayılmasına binaen, mü’minlere de bir uyarıda bulunur. İffetiyle tanıdıkları biri hakkında yakışıksız bir iddia duyduklarında, mü’minlere düşen, Nur sûresinin ilgili âyetlerinden anladığımız üzere, ne ‘hakkında hiçbir bilgisi olmayan şeyi ağzında söyleyip durmak’tır, ne de ‘vallahi kardeşim, doğru mudur yanlış mıdır ben bilmem’ diyerek bigâne kalmak. Biraz daha açarsak: “Duydun mu, filancanın şöyle yaptığını söylüyorlar” gibi sözlerle, tasdik dahi etmese, açıkça redden sakınan bir tavır da, emr–i ilâhî ile yasaklanmaktadır. Aynı şekilde, “Bana ne canım, üzerine atılan çamuru kendi temizlesin” diye düşünmek de... Görünürde tek bir kulun cüz’î bir hukuku sözkonusu gibidir; ama, Ezel ve Ebed Sultanı olan Âdil-i Rahîm, tek bir kulunun cüz’î bir hukukunu dahi zayi etmemekte ve o hukukun çiğnenmesine izin vermemektedir. O’nun iffetiyle tanınan biri hakkında yakışıksız bir iftira duyulduğunda kullarından istediği, ne iftiraya katılıp yaymaktır, ne de sessiz kalmak. Bilakis, âyet, “Bunu dilimize dolamak bize yakışmaz. Bu açık bir iftiradır” şeklinde açık ve kesin bir tavır istemektedir. Dahası, ilgili âyetler, böylesi bir açık tavrın olmadığı durumların gazab-ı ilâhîyi celbedebileceği yönünde mü’minleri uyarmaktadır.

Gelin görün ki, Hz. Âişe üzerinden Resûlullah’ı hedef alan bir iftiranın akabinde gelen bu âyetlerin bugünün mü’minlerini de bağlıyor olmasına rağmen, bırakalım başkalarını, mü’minler topluluğu arasında da, yakışıksız iftiraların kolayca yayılabildiği durumlar maalesef yaşanıyor. Bir hadisin belirttiği üzere, ‘kendilerinden şahitlik istenmeyen’ ve bilfiil şahit de olmadıkları konularda, ‘duydun mu’ların eşliğinde, iddia sahibini de, yayanı da, katılmadığını açıkça ifade etmeyeni de mes’uliyet altına alan laflar kolayca dolaşabiliyor. Böylece, şahsî hukukların çiğnenmesinin yanısıra, ortak hayatlar da yara alıyor; ve hakkında iddia edilen kişi bundan uzak da olsa, çirkinlikler ‘alelâde’leşiyor, ‘normal’leşiyor, çirkin fiillere yönelik içsel ve sosyal direnç noktaları törpüleniyor.

Televizyon haberleri kadar arkadaş sohbetlerinin dahi zanlar, iddialar, iftiralarla kirlenebildiği şu zamanda bizi dünya-ahiret mes’ul edecek bir yaygın hastalıktan kurtulmak için, Nur sûresinin bir iftiraya cevaben gelen ilgili âyetlerinin aydınlığına o kadar muhtacız ki...

  09.12.2002

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut